(HUKUK ADALET VE VİCDAN)
1997 yılı Şubat ayında MİT Müsteşarlığının Cumhurbaşkanlığına irticai faaliyetler ile ilgili olarak sunduğu, ‘İrticai Tehdidin Halihazır Durumu’ ve ‘İrticai Faaliyetlerin Önlenmesine Dair Tespitler’ başlıklı iki raporda, aralarında Fetullahçıların da bulunduğu cemaatlerin, çalışmaları ve yapılanmaları irdelenerek, mevcut kanunların etkinlikle uygulanmaları yanında, bunlarla mücadele için yapılması gereken düzenlemeler ve alınacak tedbirlerin önerilmesi üzerine; 28 Şubat’ta toplanan Milli Güvenlik Kurulu, dayanağını Anayasamızın 118. maddesinden alan yetkilerini kullanarak tavsiye niteliğinde kararlar alıp, uygulanacak önlemleri de belirleyerek Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi Koalisyon Hükûmetine bildirmiştir.
Hükûmet, kendisine bildirilen bu kararlar doğrultusunda, yapılacak işler ve alınacak önlemleri görüşerek kabul ettikten sonra, rahmetli Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan imzasıyla bakanlıklara göndermiş; bakanlıklar da uygulamaya koymuştur.
Gönderilen yazıların ekindeki kararlarda özetle, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir devlet olduğu belirtilerek, bu konularda gerekli tedbirlerin kısa, orta ve uzun vadelerde alınması ve yapılması gerekenlerin Başbakanlığa bildirilmesi istenmiştir.
Burada yapılan, üst norm niteliğindeki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 4. maddesinde belirtildiği üzere, değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek olan 2. maddesinde yer alan, laiklik ilkesinin uygulanmasının istenmesidir. Bu istem doğrultusunda hareket etmek ve gerekenleri yapmak da, siyasal görüşleri ve programları ne olursa olsun, Cumhuriyet hükûmetlerinin görevidir; aksi uygulamalar ve kayıtsızlıklar ise, sorumluluğu gerektirmektedir.
Bu kararların alınarak benimsenmesi ve uygulanmasından 14 yıl sonra 2011’de Erbakan’ın ölümünü takiben, aralarında üst düzey komutanların da bulunduğu bazı asker kişiler ile dönemin Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı, Denetleme Kurulu Başkanı ve bir üyesi hakkında, Fetullahçı Cumhuriyet savcılarınca 2013 yılında soruşturma açılması ve sonradan bu örgütün mensubu olduğu anlaşılan bir savcı tarafından iddianame düzenlenmesi; muhakeme aşamasında yine aynı görüşe sahip bir savcının uzun süre iddia makamını temsil etmesi, çok sayıda hâkimin de yargılama makamında yer alarak dava ile ilgili kararlara katılmaları, mahkûmiyet kararını veren iki hâkimin Yargıtay üyeliğine seçilmesi, bu kararın başvurulan yasa yolları sonucunda 14 general hakkında onanması; akıl ve sağduyu ölçeğinde değerlendirme yapan kamuoyu ve hukuk camiasında, kuşku ile karşılanmış ve vicdanları rahatsız etmiştir.
Verilen kararlar, arzulanan seviyede olmamakla birlikte akademik çevrelerde tartışılmışsa da; temennimiz bu konunun, ön yargılar bir tarafa bırakılıp siyasi yönlerinden arındırılarak, hukuk ve adalet kavramlarının içerikleri öncelenmek suretiyle daha geniş platformlarda tartışılmasıdır.
Bizim görüşümüz, bazı yazarlarca da ifade edildiği üzere, davaya konu suça verilen cezada kanunilik ilkesine uyulmadığı ve yargılamaya konu hareketlerin ceza için yeterli olmadığıdır. Davada genişletici yorum ve kıyaslama yapıldığı, lehe olduğu için uygulanan ve suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinin aradığı ‘cebir’ şartının, yani güç, kuvvet ve zor kullanmanın gerçekleşmediğidir.
Karşı görüş olarak getirilen, 28 Şubat’tan önce tankların yürütüldüğü, koalisyon ortağı Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Tansu Çiller’in CIA ajanı olduğu ve vatana ihanet ettiği için hakkında soruşturma açılacağı iddiası ortaya atılarak Hükûmetten ayrılmasının istendiği, dönemin İçişleri Bakanı Dr. Meral Akşener’e galiz tehdit ve hakaret içeren sözler sarf edildiği, bazı milletvekillerinin istifa ettirildiği, sivil toplum örgütlerinin yönlendirildiği, medyanın kullanıldığı, yüksek yargı üyeleri, Ankara’daki hâkim ve savcılar ile yüksek bürokratlar ve basın mensuplarına brifingler verildiği vb. tezler; isnat edilen hükûmeti cebren ortadan kaldırmak ya da görevini cebren engellemek (darbe) suçunun oluşumu için yeterli olmadığı gibi alınan kararların Hükûmete dayatılarak zorla imzalatıldığı görüşü de, Hükûmetin bu kararlardan yaklaşık 3,5 ay sonra 14/06/1997 tarihinde istifa etmesi, neden olarak da Koalisyon Protokolü gösterilerek, “Başbakanlığın Tansu Çiller’e verilmesinin istendiği” dikkate alındığında geçerli değildir.
Esasen, 28 Şubat 1997’de MGK’nin aldığı kararların uygulanması istemi; cebir (güç, kuvvet ve zor) içermediğinden, bu eylem bazı yazarlarca post modern darbe olarak nitelendirilmiştir.
Kanaatimizce, yukarıda belirtilen eylemler, demokrasiyi engelleyen hukuka aykırılık veya disiplinsizlik olarak nitelendiriliyorsa; ilgililerin, haklarında zamanında idari soruşturma icrası ve emekli edilmeleri mümkün olduğu gibi tehdit ve hakaret suçlarını işledikleri varsayılırsa, bu suçlardan da dava zaman aşımı süresi içerisinde işlem yapılması mümkündü.
Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz diğer bir konu, yaşları 73 ila 89 arasında değişen generallere verilen mahkûmiyet kararları ve bu kararların Yargıtay tarafından onanmasının, vicdanları ve adalet duygusunu yaraladığı hususudur.
Bir an için mevcut kanıtların mahkûmiyet kararları için yeterli olduğunu varsaysak bile; pozitif hukukun, adalete hizmet ediyorsa uygulanması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Ülkemizin imzaladığı milletler arası antlaşmalar da bunu öngörmektedir. Bu husus, Almanya’da Weimar Cumhuriyeti döneminde Adalet Bakanlığı yapan Prof. Dr. Gustav Radbruch tarafından geliştirilmiş olup, onun adıyla ‘Radbruch Formülü’ olarak anılmakta ve çağdaş ülkelerin mahkemelerince uygulanmaktadır.
Radbruch Formülü’nü, “Kanunun amacı adalet ise, hâkim bu kanunu uygulamalıdır.” şeklinde özetleyebiliriz. Çünkü hâkim, kanunu uygularken adalete hizmet etmektedir. Uygulanan kanun, adalete hizmet etmiyorsa, adalet içeriğinden yoksunsa ve insan haklarını ortadan kaldırıyorsa; hâkim, bu kanunu uygulamak zorunda değildir. Kanun, sadece kanun olduğu için uygulanmaz. Kanunun amacı, adalet değil, haksızlığı meşru göstermek ise; uyulması ve uygulanması gerekmez. Adaletten ayrılmak tahammül edilemez düzeye erişirse; bu takdirde yasa, adalet karşısında geçerliğini yitirir.
Tabii (doğal) hukuk felsefesi de, bunları öngörmektedir.
Bu davada, uygulanan kanunla, gerçekleştirildiği sanılan adalet arasında bir çelişki söz konusudur; çünkü verilen kararla, adalet amaçlanmamıştır.
Hâkimlerin, cesur olmaları, haksızlığa karşı koymaları, hukuk ve adalet yaratmaları, işte bu noktada önem kazanmaktadır. Verdikleri kararla hâkimler, maalesef siyasi kaygılarla işleyen, hukuku ve adaleti öncelemeyen yargılamada, haksız işleyen bir sürecin halkası ve tamamlayıcısı konumunda olmuşlardır.
Değineceğimiz diğer bir husus da, geçen zamanın 28 Şubat’ta alınan kararların haklılığını göstermesidir. Bu kararlar uygulanmış olsaydı, muhtemelen 15 Temmuz FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün darbe kalkışmasını yaşamayacak, son yıllarda gündemimizi oluşturan ve giderek belirginleşen irtica tehlikesinden de kurtulmuş olacaktık.
Verilen kararlar, yargıya olan güveni daha da azaltmış ve siyasi iktidarın kontrolünde olduğu tezini güçlendirmiştir.
Sözün özü: Hukukun amacı, adalete hizmet etmektir. Pozitif hukuk aksini söylüyorsa, yapılması gereken; cesaretle Radbruch Formülü ve Anayasamızın 90. maddesi uyarınca kanun niteliğinde olan insan hakları ile milletlerarası antlaşmalara başvurmaktır. Unutmayalım; “Yaptığınız işin felsefesini yapmazsanız, yalnızca teknisyen olarak kalırsınız!” (Frederich Nietzsche) ve yine unutmayalım, “En mükemmel adalet, vicdandır.” (Victor Hugo).
———-+———-
Güzel Sözler :
Kötü bir işin en gizli şahidi, vicdanımızdır. Hz. Ömer
Adaletsizliğin en büyüğü; adil olmayıp, adil gibi görünmektir. Platon
İradene hâkim ol; fakat vicdanına esir ol. Aristotales
Vicdan, adaletin en iyi vekilidir. Lady Mary Montagu