Tahmin ediyorum ki çoğunuzun anne babası yanınızda olmasalar bile hayattadır. Öncelikle duamız, onların uzun ve sağlıklı nice yıllar geçirmelerine yönelik olsun. İçinizden derin bir ‘ah’ çekenlerinizin de olduğunu biliyorum. Onlara da bol sabırlarla, ölmüşlerine bol bol rahmet dileyelim.
Yazıyı kaleme almamın belki en büyük sebebi olan meseleye gelirsek de anne veya babasından birini kaybetmiş de diğeriyle beraber olanlara da Allah yardım etsin, hayatlarını kolaylaştırıp, dayanılır kılsın.
Annem, sigara bağımlısı bir babanın duman maruziyetine bebek yaşlardan beri maruz kalmış bir çocuk olarak büyüdükten sonra, genç yaşlarda ise çalışmak zorunda kaldığı tütün mağazalarından dolayı bütün ömrünü astım ve bağlı olarak da öksürük nöbetleriyle geçirmiş biriydi. On dokuz yaşında yaptığı evliliği onun bir ölçüde kurtuluşu olmuş gibi görünse de zararın neresinden dönülse kardır sözünü doğrulatmaktan başka bir işe de yaramamış da diyebiliriz. Zira gerek babam gerekse biz henüz çocuk yaşlarda bile onun daha çok geceleri boğazının kurumasından dolayı kesilmeyen öksürük nöbetlerinden dolayı uykularımızın nasıl en güzel yerlerinin delik deşik olduğunu nasıl unutabilirdik ki?
Bu yaşlarda daha iyi anlıyor ve görüyorum ki rahat ve kaliteli uyku, iyi bir beden ve ruh sağlığı için en olmazsa olmazların belki de en başında gelmekte.
Zavallı annem yine de her sabah en erken kendi kalkarak hepimizin kahvaltılarını itinayla yaptırıp güne başlatmadan rahat etmezdi. Kadının işi o günlerde de çoktu ve onun gündüzleri olsun biraz uyuduğuna hiç tanıklık etmemiştim.
O sıralar Verem Savaş Dispanserleri daha yaygın ve işlevseldi. Sık sık babamla birlikte bazen de annemle ikimiz oraya gider, tetkiklerini yaptırır, ayna dediğimiz bir nevi görüntüleme cihazına sokar, filmlerini inceletir ve sonunda eve torba dolusu ilaçlarla gelirdik. İlaçlar günümüze göre çok pahalıydı ama annem gibi hastaların ilaçlarını ekseriyetle devlet verirdi. Bir de bol bol su içmelerini telkin ederlerdi ama anneme nasıl zor gelirdi o su içmeler bilemezsiniz. Sanırım biraz da ona çekmişiz ve özellikle evde babamın ısrarları karşısında, “içemiyorum, midem bulanıyor” demelerini unutamıyorum.
Biz çalışmaya başladıktan sonra annemin tedavi sürecini bir tık daha ileri taşıyıp kendisini üniversite hastanelerine getirir olmuştuk. Tıp ilerlemişti ama annemin rahatsızlığı da, yaşı da ilerlemişti ve istenilen sonuç öyle pek de kolay alınmıyordu. Her yıl olmasa bile sık sık annemin hastane de yatış günleri oluyordu. Evimizin hastanelerle en sıkı fıkı kişisi annemdi. Babamdan on yaş küçük olmasına rağmen babam daha genç ve diri görünüyordu yanında.
Hep bir yanı eksik, hep bir adım geride, hep yarım yaşadı annem hayatı. O solunum testlerini yaparken, o öksürük nöbetlerinde çektiği ağrılı ve acılı hallerde yüzünün aldığı o kıpkırmızı, yorgun ve çaresiz halleri gördükçe kahrolmam bile işe yaramıyordu. Hastanelerde ve hastane çıkışlarında biraz yüzüne kan geliyor, bizi de sevindiriyor ama uzun sürmüyor, tekrarların arkası kesilmiyordu. Aslında bizi kendisizliğine alıştırıyordu. Geceleri telefonum çaldığında, babamla görüşmelerimizde hep onun sağlığıyla ilgili olumsuz bir şeyler duymanın tedirginliğini yaşıyor, onun yokluğunda bile sözlerimiz hep onun sağlığına odaklanıyordu.
Son günlerinde bir de evimizde ayağı kayıp, kalçasını kırmıştı. Ağır ve başarılı bir ameliyat geçirmiş olsa da tedavi süreci uzun olacaktı ve bir süre kardeşimle birlikte nöbetleşe bakacaktık. Benim mesaimin olduğu şehirde belki de o yıllardır beklediğim telefon bir akşam gelmiş ve kardeşim, “kaybettik” demişti. Yolda akrabalarım ve arkadaşlarımın hüsn-ü zan ve dualarının eşliğinde ağlamadan geldiğimiz gibi cenaze sırasında ve ondan sonraki günlerde de evimizdeki kalabalığın hiç eksilmemesi sebebiyle hiç ağlayamadım ardından.
Düşünüyorum da belki de bizim toplumun en iyi yanlarından birisi de bu ve bundan sonra artık ne ölçüde bu kadar bu özelliğimize sahip çıkabileceğiz endişesi de düşüncemin başka bir yönü.
Babamın da o kalabalık içerisinde ağladığına tanık olmadım. Belki onu ağlıyor görsem bana da sirayet eder oturur ağlardım ama o da ayaktaydı ve o da sanki bizim ayakta kalmamız için mücadele ederek teskin edici, hafif esprili konuşmalar yaparak rahatlatıyordu insanı.
“Elimizden geleni yaptık. Ben öyle, siz öyle götürmediğimiz doktor, hastane kalmadı ama ne yapalım, mukadderat” diyordu. “Saftı, temizdi, hep yarım yaşamak zorunda olduğu için hayatı belki bu yüzden hep kenarda kalıp fazla kirlenmedi. O kurtuldu, çilesini doldurdu ve asıl zor olanı bizde” demesine rağmen aylarca onu da fazla bir üzüntülü görmeyince sevinmiyor değildik ama meğer içinde bize yansıtmadığı bir tarafı da atlamışız.
Bir yıl geçmemişti ki babam artık bizim evde kalmaktan sıkılmış, kendi evine, yalnızlığına dönmek istemişti. Gelen giden, eş dost sohbetleri artık onun eskisi gibi ilgi alanında değildi. Varsa yoksa uyumak, odasına çekilmek istiyordu. Artık bana daha çok iş düştüğünün farkındaydım. Onun evinde, onunla kalacak, akşam sabah, hafta sonları onunla daha çok vakit geçirecektim.
Ben işteyken bilerek ondan bazı yemekler yapmasını istiyor veya akşam geldiğimde nereye gidelim, nerede yemek yiyelim diye hayatına bir beklenti, bir heyecan katmak istiyor, oyalamaya çalışıyordum. Eski dostları ziyaret ediyor, eski arkadaşları, onu tanıyan benim eski arkadaşlarımla falan sık sık karşılaştırıyor ve hayata bağlılığını muhafaza etmek için gayret ediyordum. Hafta sonları her vakit farklı semtlerde, farklı camilerde kılıyorduk vakit namazlarını. Farklı, hiç görmediği yerlere gidiyor, yeni çevrelerle de tanıştırmayı deniyordum ama yenilere karşı oldukça kapatmıştı kendini.
İşte bu arada çevremden aldığım destekleri, benim gibi yaşlı yakınlarıyla beraber olmuş, onlarla yakın münasebetleri olmuş kişilerden gördüğüm destek ve anlayışı da unutamıyorum.
Bir gün eski okul arkadaşlarımla on beş günde bir yaptığımız buluşmaya yine babamı da götürmüştüm. Bir çay bahçesinde altı yedi kişi gibi buluşuyorduk. Babam da eskiden beri tanıdığı bu arkadaşlardan gördüğü ilgiden memnun oluyor, bir süre onlara sorular soruyor, onları dinliyor ve sonra bizi dinlemeye çekilip kendi de etrafı süzmeye başlıyor, bir süre sonra da sıkıldığını görünce ben arkadaşlardan müsaade isteyerek ayrılıyorduk oradan.
O gün okul arkadaşlarımızın yanında yine bizim okuldan ama pek görüşmediğimiz, hatta yıllardır hiç karşılaşmadığımız bir arkadaş; Ümit de gelmişti yanımıza. Epey zamandır kopuk olduğundan dolayı daha çok dinlemede kalmış, sadece soruları cevaplama faslında kalmıştı. Biz yine her zamanki gibi vatandı, bayraktı, devletti derken koyu bir muhabbete kulaç sallarken o bir kenarda ölçme ve değerlendirmelerle meşgulken birden babamın oturduğu sandalyesini çekip onun yanına gittiğini gördüm. Dikkatim arkadaşların sohbetinde olmasına rağmen bir gözüm ve kulağım da babamın üzerindeydi. Ablasını, annesini, sağlıklarını ve işlerini sordu Ümit’in. O da uzun uzun, sakin cevaplar verdi. Sonra babam başladı anlatmaya. Uzun ve heyecanlı. Hatta bir ara arkadaşlarla biz susmuş, babamın ona anlattıklarını dinliyorduk. Birkaç arkadaşımın da dikkatini çekmişti bu durum. Ben merakımdan ölecektim neredeyse ama bir pot da kırıp, densizlik yapmak istemiyordum.
Bir saat kadar epey heyecanlı konuştuktan sonra babam yine yalnızlığının kollarına düşmüş, bedeni yanımızda ama ruhu uzaklaşmıştı ki müsaade isteyip babamın koluna girerek ayrılmıştık yanlarından.
Eve geldiğimizde merakımı yenememiş sormuştum. “Baba sen Ümit’i, ablasını, annesini falan nereden tanıyorsun ki? Ben onun evinin nerede olduğunu bile bilmem. Onun da bize geldiğini falan hatırlamıyorum ama maşallah senin hafızan zehir gibi” deyince hoşuna gitmiş başlamıştı anlatmaya. Meğer Ümit’in ablası o yıllarda eşinden ayrılmış, annesi babamın yanına gelerek onu yanına, yemekhaneye almasını ve oyalamasını rica etmişti. Babamda çalıştığı üniversite yemekhanesine bakan müdürle görüşmüş, ablasını önce yemekhaneye sonra da üniversitenin başka birimine memur olarak aldırtmıştı. “Bak ben bunları hiç bilmiyordum” deyince de “Annesi zavallı tembih etmişti. Aman oğlum kocasının ve babasının kulağına gitmesin bu durum. Senden rica ediyorum dediği için babam bu zaman kadar bize bile söylememişti. Bugün Ümit’den duyduğu kadarıyla yuvaları kurtulmuş, ablası kocasıyla barışmış, çocuklarını bile büyütüp evlenip barklandırmışlardı. Annesi de babama o gün bugün bol bol dua ediyormuş.
Babam o akşam hemen erkenden uyumuştu. Üstünü örtmeye girdiğimdeki yüzündeki o mutluluk hali gerçekten görülmeye değerdi. Huzurla uyumuştu.
Ertesi günü ilk işim Ümit’i aramak, ona teşekkür etmek olacaktı ama bende telefonu dahi yoktu. Onu getiren arkadaşı arayarak bir iki gün içinde Ümit’le beraber bir yemek yiyip çay içelim dedim. Geldiler sağ olsunlar. Önce o gün orada babamla geçirdikleri vakit için Ümit’e teşekkür ettim. Sonra başımı iki yana sallayarak “Nasıl, gerçeklik payı neydi sorduklarının” dediğimde Ümit’in dudakları iki yana doğru uzayarak güldü. Onun gülmesi demek benim biraz olsun üzülmem olmuştu ama Ümit gözümde çok büyümüş, babam gibi benim gönlümü de fethetmişti. Bir ablası varmış meğer ama Ümit’ten yaşça çok büyük ve başka bir şehirde yaşarlarmış eşi ve çocuklarıyla. Babamın sorduklarına yakın bile bir şey yokmuş aslında ama babam o kadar ayrıntılı ve iştahlı sorunca o garibim de o şevki, o arzusu kırılmasın diye tam içine girerek öyle güzel cevaplar vermiş ki sonunda o da rahatlamış ve çok mutlu olmuş.
“Senin baban bizim de babamız değil mi? O babalar hepimizin babası, o yaşlılar hepimizin yaşlısı, geleceği değil mi? Bu kadar bir hayal yakalamışlarken nasıl tersyüz edebilirdim ki onu ve hayallerini? Dışarıdan öyle mi görünüyorum yoksa” demez mi Ümit kardeşim, engin gönüllü arkadaşım.
Ümitlerimizi kaybetmemeliyiz elbet ki ama nasıl? Habire beka üstüne beka, bela üstüne belalar sıralanıyorken hangi ümitlerimizi sağlıkla taşıyabilirdik yarınlarımıza?
Her şey elbette devletten beklenmez ama aileleri, toplumu bir yerlere yönlendiren, biçimlendiren de devletin işleyiş ve kuralları olduğuna göre burada da asıl sorumluluğun kendilerinde olduğunu unutmaması gereken büyüklerimizin omuzundaki yükü gördükçe de hayır dileyip, dua etmenin ötesinde çağın yeni açılımlarına karşın yeni çareler için de kafa yorduklarını görmek, bilmek istiyoruz doğal olarak.
Çok sevdiğim ve beğenerek takip ettiğim Psikiyatrist Doktor Mustafa Merter, son kitabı Hekaton’la Son Tango’da önümüze konulan projenin Aileyi İfsad Projesi olduğunu ve geriye dönüş için de devletimizin çok ciddi adımlar atmasını beklediğini belirtmekte. Seküler ve bireyselliğe kayan hayat tarzı zaten toplumumuzdaki aile olgusunu son elli yıldır kadını da iş hayatının içine acımasızca sokarak yerle yeksan etmişti. Bundan bir parça da uzakta gördüğümüz muhafazakâr aile yapılarının da şimdi üstelik kendi üzerlerine yapıştırılan muhafazakâr görüntüleriyle bu işe aracı olmaları nasıl ve hangi cümlelere sığınılarak izah edilir bilemiyorum.
Babam annemin ölümünden sonraki bir yıl hariç ömrünü hep canlı cenaze gibi geçirdi. Adını koyamamış olsa bile kimseye yük olmadan ölmek için çabaladı gibi. Merhum şairimiz Abdürrahim Karakoç’un dizelerindeki, bir insanın “can evinden besmelesinin çekilmesinin” nasıl olduğunu gün gün, an be an gösterdi bize. Gurbette kaldı, gurbeti yaşadı yanımızda ve yıllarca çaresiz bıraktı bizi.
Annem iyi dinlerdi bizi. Aklı başından hiç gitmemişti. Yanında konuşmadığımız hiçbir şey, hiçbir kimse, hiçbir konu kalmazdı. Çok sorar, bazen sorularıyla yorar, dikkatle dinler, her konuda konuşur, hiç kayıtsız kalmazdı. Kadın aklı başka çalışıyor, hayat damarlarımız gibi bizi dört bir yana bıkmadan yorulmadan, hangi yaşta olurlarsa olsunlar taşıyorlar, hayatta tutuyorlardı bizi ama babalar öyle mi? Babamla yan yana olsak da konuşamıyor, anlaşamıyorduk.
Dinlemiyordu ki, katkı vermiyor, veremiyordu ki tutunabilelim.
Öksüzlük nasıl büyük bir gurbetse, babanın yanında olup ona ileşememek bir o kadar daha büyük bir gurbetti.
İşte bu duygularla gittiğim annemin mezarında bir gün, yıllar sonra da olsa doyasıya ağlamıştım yalnızlığıma sığınarak.
Annemden sekiz yıl sonra babamı da yatırdık yanı başına. Morgda kefenini açıp yüzüne son bir kez baktığımda, dünya gurbetliğinin nasıl sona erip, rahatlığının yüzüne verdiği huzuru görünce yine ağlayamamıştım. Yine yanımda dostlarımın uzanan elleri, teskin eden dilleri tutmuştu sallanan bedenimi.
Ruhları şad olsun bütün anne ve babalarımızın.
Ömürleri uzun olsun ama en çok da annelerinizin!
Babalarınız için yapacağınız en iyi dua onların annenizsiz; annenizin arkasında kalmamaları yönünde olsun.
Umarım yanılmıyorumdur.
Kadirşinaslıkla Efendim.
Erdal Çil