Türk dünyası fikri çok zengin hikâyelerle doludur. Efsaneler ve mitolojinin birbirine karıştığı bu destansı tarih bir açıdan ta Çin’e kadar Orta Asya’nın kültür beşiğine kaynaklık eder.
Mesela Cengiz Han; adının ‘deniz’ ile eş anlamlı olduğunu biliyor muydunuz? Türkler, o dönemlerde denize, göle ve ırmağa ‘Tengiz’ demişler, Tengiz ya da Cengiz kelimesi bu büyük imparatorun şanının büyüklüğünü vurgulamak için kullanılmıştır.
Haritadan bakın, ne kadar geniş bir coğrafyadan söz ettiğimizi anlayacaksınız.
İşte bu bölgede belki bir kuraklık ya da başka bir nedenle, diyelim ki belki de Çinlilerin baskısı etkisiyle tarihin gördüğü en büyük göç dalgası başlamıştır:
İlk menzil Horasan ve Maveraünnehir’dir. Sir Derya Oğuzları da aşiretler halinde ağırlıklı olarak bu bölgede toplanmıştır.
Müslümanlıktan önce esaslı Türk unsurları olan Kimmerler, Sakalar, İdil (Volga) Bulgarları, Sabirlerin, Hunların, hatta Hazarların Doğu Anadolu’ya iskân edildiklerini biliyoruz…
Bu süreçte Kürt göçebe topluluklarının bile Batı Türkistan/Horasan-Afgan/Dağıstan-Macar/Tunaboyu-Kuzey Azerbaycan/Kür-Aras ve Dicle boyunda olmak üzere yayıldığını biliyoruz.
Bir yanda, yani Maveraünnehir taraflarında Kıpçaklar ve Hazer Türkleriyle birbirini besleyen, koruyan bir dağılım vardır.
Öte yandan bu kavimlerin bir kısmı Hazar Gölü doğusundan Karadeniz’in üst taraflarına, buradan da Balkanlar’a geçmişlerdir.
Mesela Gagavuz Türkleri bu insanların torunlarıdır ve Hristiyan’dır.
İşte 1071’de Malazgirt’te, Bizans komutanı Diyojen’le karşılaştıklarında Balkanlardan gelen kol, Maveraünnehir’den gelen Oğuz koluyla ayrı cephede savaşacaklarına, Selçukluların komutasında birleşip Anadolu’ya Türk damgasını vurmuştur.
Soru şu: Ayrı dinlere mensup bu kavimler Malazgirt’te nasıl olup da birbirlerini tanıdılar?
Bu geleneğin Yenisey Kitabeleri’nden özellikle Elegeş Kitabesi’ndeki yazılanların bağlantısını araştırmak çok önemlidir.
Öyle olmasa, yani Türklük bilincinin paydasında buluşturan bir düşünceye sahip olmasalardı Malazgirt savaşı kazanılmayabilirdi.
Bu kültürü biz tanıyor muyuz? Mesela Altay Dağları bizim için ne anlam ifade eder; oradaki bazı aşiretlerin, toplulukların mezar taşlarında keçi figürleri ile Selçukluların mezar anıtlarındaki benzer şekiller arasında bir bağlantı var mı?..
Kafkas dağlarında kimi yerlerde görülen gelin duvaklı mezarlar ile bizim göçer topluluklardaki benzer kalıntılar arasında bir devamlılık olabilir mi? Daha pek çok sorular sorulabilir, ama bu konuda bizim çok bilgiye sahip olmamız kolay değil.
Çünkü mezar taşları, halı desenleri ve duvar çizimleri, gündelik ya da tapınma amacıyla üretilen eşyalar üzerindeki yazıları, resimleri, Batı ekolüne bağlı olarak, Hint-Avrupa dil ailesine bağlı olarak çözümlemeye çalışıyoruz.
Ve çözemiyoruz tabii!.. Çünkü Ural-Altay dil ailesini bize unutturdular.
Yine aynı meseleden olmak üzere örneğin Kürtlerin de kavimlerini ve geleneklerini Batı dil ailesine bağlı olarak çözmemiz mümkün değil. Gerçi hangi Kürt kavminden söz ettiğimizi de bilmemiz gerek; çünkü Kuzey Irak’ta, Kürtlerin hamisi rolüyle Barzani, Kürt Meclisi’nde alınan bir kararla Kurmançca’yı yasaklamıştı.
Barzani, Kurmançca’yı devre dışı bırakıyor ya, bunun nedeni var; Süryani-Hristiyan dil ailesine mensup lehçe tercih ediliyor.
Neden?
Bakın az önce Kurmançlardan söz ettik, onlar Müslüman’dır, ama daha da önemlisi bu lisanda kullanılan tamlama, isim ve takılardan türeyen, Doğu’da ve Batı’da birçok bölge adı vardır. Daha da ilginç olan bu bölge içinde ya da yan yana, hatta bir köyden diğerine aynı yerde Oğuz Türklerinin Kınık, Afşar, Bayındır, Salur, Bayat, Çepni gibi büyük şubelerin isimlerinde de rastlanır.
Hadi bir kademe daha ilerleyelim, Macaristan’da bile bu kökten isimler vardır. Mesela Minorsky adlı bir Rus araştırmacısının bu konularda önemli makaleleri vardır.
Peki bu anlattıklarımız bize ne ifade ediyor?
Söyleyelim, kimilerinin Anayasa’dan silinmesini önerdiği ‘Türklük’ kelimesi, aslında pekâlâ üst kimliğimiz olarak tarihteki kullanımına uygundur.
Ama bunun iyi anlaşılması için tarih içinde Ural-Altay dil grubuna uygun araştırmaların da yapılması gerekir.
Biz bu konuları iyi bilirsek kendi tarihimizi gerçekten öğrenebiliriz.
Kendi tarihimiz derken, bunu Osmanlı’yla sınırlı tutanlara bir çift lafımız olacak:
Bakınız, Orhangazi, Birinci Murat, Fatih Sultan Mehmet ve İkinci Beyazıt Devrine kadar Türklük milli bir duyarlılıkla hissedilir; ne zaman ki Yavuz Sultan Selim hilâfeti Mısır’dan aldı, siyaset değişti.
Amaç neydi? Şah İsmail’in bertaraf edilmesiydi. Burada bile ‘etnik-kültürel’ bir çatışma değil, siyaset ön plandaydı.
Çok acı veren bir dönem başladı. Kardeş kardeşi kırdı. Tarihin bu konularda bize çok önemli dersler barındırdığını bilelim.
İşte Atatürk’ün Aydınlanma çabasının bir ayağı, bu kültürel geleneğin tarihteki uzantıların iyi araştırılmasına dayanıyordu.
Aydınlanmanın diğer unsuru Anadolu Uygarlıkları, özellikle Batı Anadolu Uygarlıkları ile Türk kültürel geleneğinin zenginleştirilmesiydi.
‘Çağdaş Kalkınma’ adı verilen bu sürecin stratejisi İkinci Dünya Savaşı sürecinde donduruldu. Nitekim Atatürk sonrası ilk dönemlerde devletin ‘elit’ kesimlerince ve – sözde – aydın kesimin ittifakıyla, dikta ideolojilerini referans alarak Türklük konusu ‘ırkçılığa’ varacak kadar keskinleştirildi.
Ardından halkın yüzyıllara dayanan geleneğini de reddetti.
Çok büyük bir hataydı!
Çünkü halkın inanışları çiğnenmek istendi.
Bunun sonucunda, karşı-devrim anlamında ümmetçi hareket gelişti; varsa yoksa Emevi-Abbasi ekolünün, hatta Suudi Krallığının ‘vehhabiliğini’ referans alan, din-siyaset-ticaret yozlaşmasının önü açıldı.
İşte Alparslan, Türk dünyasının hem siyaset hem ırkçılık anlamındaki bu yozlaşmasına karşı duran bir komutan olduğu için Anadolu’nun Türkleşmesini sağlamıştı. Malazgirt böyle kazanıldı, Büyük Taarruz’daki inanç da buydu.
Bu bilinç Atatürk ve Alparslan gibi kahramanlarımız sayesinde can buldu. Yeter ki bugün de Atatürk’ün ‘Bağımsızlık’ ruhunun temelini teşkil eden karakterini, aynen Alparslan’da olduğu gibi büyük bir kararlılıkla yaşayalım ve yaşatalım.