Siz, dün akşam tramvayda yanınıza oturduğum beyefendi değil misiniz?
Hani oturmadan önce de, oturduktan sonra da yüzü hep, vücudunun bir kısmıyla beraber cama doğru dönük olan beyefendi?
Çok küçük göz hareketleriniz ele veriyordu sizi ve aslında yüzünüz cama doğru dönük olsa da bizi camdan, cama vuran akislerimizden görüyordunuz.
Umursamaz görünüyordunuz ama çok da kopmuş değildiniz bizden.
Hem bizi yani tramvaydaki yolcuları hem de dışarıdaki insanları görebiliyordunuz camdan.
Belki de doğru yapıyordunuz bayım!
Bütün yolcu tayfasını; inenleri, binenleri, gevşek gevşek konuşanları, ter kokanları, parfüm kokuları birbirine karışanları, gencini, akranınızı hepsini geride bırakıp aranıza bir ‘cam’ koymayı doğrusu iyi düşünmüşsünüz bayım.
Aralarına cam koymadan, can koyanları da görüyoruz.
Canlarından oluyorlar!
Aman siz canınızdan falan olmayın!
Cam kenarı bir yer, otobüste, metroda, tramvayda nasıl olsa bulunur.
Ama can; can öyle mi?
Ben durağıma gelip inerken de dönüp bakmadınız ardımdan.
Ama ben indikten sonra da sizin camın altına gelip size baktım.
Yine umursamaz davranıp yine çok uzak kaldınız.
Biliyor musunuz bayım, sizden sonra ben hep camlara bakarak gittim evime.
Mağaza vitrinlerine, markete, kasap reyonuna, pastaneye, postaneye hep camlarından baktım.
Hiç içeri girmedim, konuşmadım, dokunmadım hatta varlıklarından bile haberdar olmamaya çalışarak geçtim yanlarından.
Kasap Şükrü, Çerezci Nuri eminim arkamdan bakmasalar bile bir garip olmuşlardır beni öyle görünce.
Varsın olsunlar!
Onlarca defa uğramamın, biraz da olsa sohbet edip oyalanmamın, bir şeyler almamın biliyorum artık pek bir önemi kalmayacak ve hep dün akşamki halimle kalacağım onların gözünde ve yüzüme sürmeseler de gözleriyle, dilleriyle, zihinleriyle benim hep dün akşamki halimle oyalanacaklar.
Bu böyledir.
Bu sabah da tramvayda yine cam kenarında ama bu sefer elindeki, önündeki cama bakan bir delikanlının yanına oturdum.
Gözleri, dikkati onun da sürekli elleriyle sımsıkı tutmuş cihazın camındaydı. Canlarıyla o da sizin gibi camın arkasından temas kuruyor, mesajlaşıyordu.
Siz nasıl cama dönükken hem içeriyi hem de dışarıyı görüyorduysanız o da buraya sıkışmamış, çok çok uzaklardakilere uzanmış gidiyordu.
Ama bir ara: “Hiç candan sevenimiz kalmadı” diye de mesaj attı da içim burkuldu inanın.
Bütün günümü neredeyse candan sevenlerimizi düşünmekle geçirdim.
Düşündüm de candan davranan bir nesle, ilk biz cansız kalmıştık sanırım.
Annemizin candan hareketleri bizi ne kadar canlandırırmış meğer ve nasıl fark edememiştik.
Yine babamızın o sessiz tavrını bile hep annemizin o sesli, sıcak taraflarıyla kıyaslayıp onu bile bir tarafa iterken canını kırdığımızı nasıl olup da görememiştik ki?
Sabahları evden çıktığımızda kuşların, böceklerin, tabiatın o candan dokunuşlarını nasıl olup da fark edememiştik?
Tabiat boşluk kabul etmiyor bayım.
Biz canları pazar eyledik, kıymet bilmedik ve şimdi de çocuklarımız bizi de dünyayı da artık hep cansız izliyorlar.
Camın arkasından.
Renklerimizi, şeklimizi görseler de dokunmuyorlar.
Dokundukları, değdikleri sadece camları var artık.
Eline ilk dokunduğum zaman eşimin ilk isteği olmuştu ayrı bir ev.
Ayrı bir şehir, ayrı bir yuva.
Zaten birlikteliğimizi bile hep ayrılıklar üzerine kurar olmuştuk.
Onlara olan mesafemizle başlayan serüvenimiz, komşularımız, akrabalarımız derken şimdi çocuklarımıza olan ve gittikçe artan mesafemizle sürüyor.
Artık birlikte yol aldığımız araçlardaki insanlara bile camdan bakar olmuştuk bayım.
Şöyle azıcık dönüverseniz yüzünüzü, azıcık gülüverseniz de biraz olsun sohbet edebilsek.
Zaten ne kaldı ki şunun şurasında ineceğimiz durağa?
Erdal ÇİL
cerdal48@gmail.com