Sayın Deniz Erbulak, siz edebiyatın birçok türünde eser verdiniz, genç, çocuk, yetişkin, değişik sosyal çevrelere hitap eden bir yazarsınız; bu üslup zenginliği ve gözlem gücüne ilişkin, günlük yaşam sizi nasıl besliyor; öncelikle eserlerinizdeki ve yazım türlerine ilişkin üsluptaki bu farklılıkları nasıl çeşitlendirdiğinizi sorabilir miyim?
Elbette gözlem, bir yazar için kaçınılmaz yol. Üstelik bunun bilerek yapıldığını da düşünmüyorum. Gözlem planlayarak olmaz. Gidip biraz parkta oturayım, biraz küçük çocukları inceleyeyim ya da hastanede dolanıp birkaç hasta-doktor ilişkisi yakalayayım demek işe yaramaz. Kendinizi hayatın içine bırakır ve bir sünger gibi sesleri, insanları, mekânları içinize çekersiniz. Onlar birikir ve siz yazarken de kaleminizin ucundan damlayıp durur. Dolmakalemin içine ne tür mürekkep çekerseniz, yazı o renk mürekkeple yazılır. Ben kendi hayat birikimimin içinden her roman için farklı üslubu, romandaki karakterlere göre çekip çıkarıyorum sanırım. Onların yaşları, kimlikleri, hayat tarzları, başlarına gelen olaylar; roman içinde kendilerini ifade edişleri, kullandığım üslubu da kendiliğinden yaratıyor. Gençlik romanlarımda mizah ağırlıklı bir dil ve daha genç kelimeler kaçınılmaz olurken; kasvetli bir şehrin suça meyilli karanlık insanlarını anlatırken seçilen sözler, kurulan cümleler de gayriihtiyari farklılaşıyor. Bu, aynı kişiyle sohbet ediyor olsanız da, bahsettiğiniz konuya göre sesinizin tonunun, yüz ifadenizin, kelimelerinizin değişmesi gibi. Zira ben roman boyunca okuyucuyla “konuşuyorum”, inanarak anlatan sesim ve en içten mimiklerimle!
2-
Yaz Maceraları dizisinde ‘On dört Yaşında Bir Genç Kızım Ben’ öyküleri; ‘Adam ve Kız’ gibi klasik roman üslubu veya ‘Yansıma’ gibi fantastik türde kitaplar kaleme aldınız. Özellikle ‘Sahibinden Satılık Konak’ adlı, bence çok-çok eğlenceli kitabınızda ‘Hayalet Oluşum, hayatımı yaşamama engel değil,’ diye bir cümle var; bir yazarın hayal dünyası ile kurgusal metindeki ‘yazarın hayaleti; yazım diline nasıl yansıyor?…
Ölü Bir Kızın Maceraları, hayalet hikâyeleriyle dalgasını geçen bir çocuk serisi. Bu cümle de ironiye başvurduğum ve yazar olarak fikrimi söylediğim bir örnek. Yazar olarak metinde maalesef hayalet falan değil, bildiğiniz kanlı canlı bir anlatıcı olarak resmen göründüğüme inanıyorum. Elbette bir roman karakteri olarak kendimi yazmaktan bahsetmiyorum. İlk ve son sözü (hatta metindeki tüm sözleri) söyleme gücünü elimden bırakmayarak anlatıcılığımı hissettirmekten bahsediyorum. Editörlerim beni 19.yy tanrı yazar tanımlamasına “fazlasıyla” uygun bulurlar. Anlatıcı olarak tek yetkili gibi davrandığımı söylerler. Bu açıdan bakarsanız sanırım benim için metindeki hayalet demek çok nazik bir ifade olacak. Bense bunu; gücü elinde bulundurma, okuyucuya tahakküm etme olarak görmüyorum.”
‘Bence anlatıcı olarak “her şeyi” söylemek yazarın okuyucuya karşı görevidir.’
”Bence anlatıcı olarak “her şeyi” söylemek yazarın okuyucuya karşı görevidir. Bu düstur da yazarken görünmez olmamı zorlaştırıyor sanırım. Hayal dünyam diye bir tanımlamayı ise hiç yapmıyorum. Belki metnin içinde bu kadar somut biçimde konuşmamın sebebi budur. Çünkü ben yazarken hayal kurduğumu hiçbir zaman düşünmem. Bir roman, kafamın içinde oluşmaya başladığında o benim için artık kesinlikle somut, oldukça gerçek ve makuldür. Öyle olmak zorundadır. Sağlam basmak, aklı başında bir düzleme oturtmak, doğru düzgün sebep-sonuç ilişkilerine dayandırmak ve asla devrilmeyecek bir kule gibi, elle tutulacak, gözle görülecek şekilde okuyucu için yükseltmek zorundayımdır çünkü. Zira yazmaya başlamışsam benim için zaten saygı duyduğum bir “gerçekliğe” de dönüşmüştür. “Hayal dünyam” tanımlaması benim için bir hayli romantik ve belirsiz kalıyor sanırım. Böylece kurgusal metinde de bir hayalet olamıyorum. (tam burada yine maalesef demek lazım herhalde.) Ama roman yazdığım sırada gerçek hayatımda bir hayalete dönüşmeme ramak kalıyor diyebiliriz.
3-
Özellikle Yansıma serisi kitaplarınızı düşünerek soruyorum… ‘Derindekiler’ ve ‘Kıyametle Savaşanlar’ da öyle; bir yazarın fantazma dünyası ile , ‘fantastik roman’ türünde yazmak arasında nasıl bir zihinsel iletişim vardır; yani tercih edilen bir edebi akım açısından fantastik roman’ın alt-metni ile Yazarın kurgusal tarzı arasında nasıl bir imgesel ilişki vardır?
Bana göre romanların türleri, tıpkı tiyatrolarda olduğu gibi esas metnin arkasına gerilen bir tür dekordur. Elbette tarif edilen mekânlar, romanda çok şeyi değiştirir. Ama bunların fantastik, bilim-kurgu, günümüz hayatı, tarihsel dönemler vb olması anlattığımızın “insana ait hallerin irdelenmesini” değiştirmez. Sadece sanat zevkimize ve tercihimize renk katar, dolaylı anlatma yolları açısından da roman denen bulmacayı belki biraz daha çetrefilli hale getirir. Romanlarımda fantastik türü, bana anlatırken zevk verdiği ve o roman için seçtiğim karakterleri en iyi ortaya çıkaran zemin olduğu için kullanırım. Fakat yazmak için bu şekilde belli bir türü seçtiysem, (fantastik, bilim-kurgu, distopik, gotik gibi) ondan sonra artık mükemmeliyetçiliğim devreye girer ve türün dünya edebiyatında ya da mümkünse edebiyat tarihindeki kabul edilmiş kıstaslarını da sağlayıp sağlamadığımı sorgulayarak devam ederim. Bazen de kabul edilmiş kıstaslara başkaldırırım. Ama bunun da sebebinin sağlam bir şekilde altmetinde verilip verilmediğini görmeye çalışırım. Örneğin Yansıma serisi tipik bir distopik romandır. Romanda Lande şehri için distopyanın tüm kriterlerini tek tek romana yerleştirmiş olsam da, ana karakterimizin gözünde Lande distopik değil ütopiktir. Çünkü romanın amacı “ekstrem bir şeyler yazmaktan öte” toplum kurallarıyla kim olacağı belirlenen insanın, kendisi için doğru, kendisi için güzel, kendisi için mantıklı bulduklarını esas aldığında bütün kabullerin de tersine dönebileceğini ve aslında belki de toplumun kendisinin en baştan ters durduğunu anlatmaktır. Hande karakteri, “normal” hayatta o kadar çok baskılanır ve “normal” olmaya o kadar zorlanır ki; İstanbul’daki günlük hayat onun için bir distopya; delice kurallarla yönetilen fantastik Lande şehrindeki karanlık hayat da bir ütopyadır. Bu alt metin, hem distopya türünü kullanmamı zorunlu hale getirir ve tüm kıstaslara uymamı emreder; hem de distopya türüne başkaldırıp alternatif bir yol çizmem için bana fırsat verir. Özet olarak bana göre roman, bütün sağlamlığı ve gereklilikleriyle roman gibi roman olmalıdır. Türü ise, kuracağınızı oyunun rengine göre yaptığınız bir tercihtir.
4-
Romanın bir müziği olduğunu söylersiniz, bunu biraz açıklar mısınız?
Romanın müziği olduğuna dair o çok düşündürücü tespiti ilk kim yaptı bilemiyorum, keşke ben olsaydım ama bu cümleyi ilk kez Emily Bronte’nin o muhteşem Rüzgârlı Bayır romanı için duymuştum. İlle Bronte kızkardeşlerin “besteleri” konuşulacaksa ben ilk sıraya Jane Eyre’i koymayı tercih ederim. Ama sanırım benim, romanın müziğinden anladığım şey, daha çok Türkçe’nin dil olarak getirdiği ve seçilen üsluba kattığı ahenk. Bu, önce harflerin sıralanışıyla kelime seçimlerinde, sonra kelimelerin dizilişiyle cümle kuruluşlarında; ardından da paragraflar, sayfalar ve ciltler boyunca; tabiri caizse okuyucunun ayağı küçücük bir taşa bile takılmadan, süzülerek, akarak, uçarak yol alacağı tüm metinde kendini gösterir. Bence romanın müziği; olay akışı ve kurgu matematiğine bağlı görünse de, anlatımdaki ritim, ses, okuyucunun zihninde oluşturulması hedeflenen tonlamadır. Dolayısıyla okuyucuya, anlatıcının sesini duyurma mucizesinin de ötesine geçerek; anlatıcının “şarkısını, ağıtını, mırıldanışını, hançeresini doldurarak haykırdığı marşını, ninnisini, bazen sadece iç çekişlerden mürekkep hezeyanlarını” işittirebilmektir.”
‘Romanın müziği; olay akışı ve kurgu matematiğine bağlı görünse de, anlatımdaki ritim, ses, okuyucunun zihninde oluşturulması hedeflenen tonlamadır.’
”Romanın müziği, okuyucuyu bir nehrin içinde, suyun yumuşaklığında ama hız kesmeden sürükleyebilmektir. Romanın müziğini romanda en iyi tasvir kısımları verebilir. Belki bunun için en ehven yerler tasvirlerdir. En çok da buradan yola çıkarak bizdeki “romanın müziğine” örnek; benim için hiç tartışmasız Reşat Nuri Güntekin’in Akşam Güneşi’dir… ve dil olarak Türkçe, bütün letafetiyle, şiirleri kadar romanlarında da müzik oluşturmaya muktedir bir dildir.”
5-
Sizin okurlarınızla harika bir iletişiminiz var, günümüze ilişkin okuma zevki ile popüler kültür arasındaki gözlemlerinizin çok önemli olduğunu düşünüyorum; şunu sormak isterim, günümüz Türkiyesinde edebiyatı nasıl konumlandırırsınız; yazınsal değer ve okuma zevki anlamında bir ayrımdan söz edebilir miyiz?
”Muhakkak ki edebiyat, tavırlar açısından geniş bir yelpazedir ve öyle olmalıdır. Ben daima, bir romanın hem edebi değerinin olabileceğine hem de okuma zevki vereceğine inandım. Bu yüzden hayatı biriktirirken, okuyucularımı duymaya çalışıyorum. Belki onları görmekten çok duymaya! Onların kelimelerini bilmeye! Onların kelimelerini bilirsem “onlara” anlatabilirim, öyle değil mi? Bir kadın evladına nasıl seslenir bilmiyorsam ya da umursamıyorsam onun gibi bir kadını nasıl “gerçekten” yazabilirim? Okuyucuda okuma zevkini oluşturan şey; bu gerçekliği yakalamış; merak unsurları, duygusal iniş çıkışları, mantık denklemleriyle metni okunası hale getirebilmiş romanlardır. Yani hem zevk hem sanat açısından tatminkâr olanlar. Elbette çoğunluk okuyucu tarafından daima daha kolay olan seçilmiştir.”
‘İnsanlar okur ve yazar görünmekle daha çok ilgilenmeye, eylemin kendisini hızla terk etmeye başladılar’
”Okuyucu da edebiyatın yelpazesine uyarak geniş bir tercih alanına yayılır. Bugün edebiyat adı altında popüler kültürün örneği kötü romanlar yazılıyor, basılıyor, okunuyor. Son yıllarda okumak ve yazmak, popüler hale de getirildi. Bunu tehlikeli buluyorum. Çünkü insanlar okur ve yazar görünmekle daha çok ilgilenmeye, eylemin kendisini hızla terk etmeye başladılar. Ama buna rağmen kitap satışları yüksek olduğu için rakamlar üzerinden muazzam memnun edici bir veri kalabalığına sahibiz; artık binlerce okurumuz ve onbinlerce de yazarımız var. Edebiyatı popüler kültüre karşı zayıf düşüren (daha doğrusu öyle zannedilen) söylem hep şudur: “Okunmadıktan sonra sanat yapmanın ne anlamı var? Sırf değerli olsun diye sıkıcı kitaplar yazılmamalı… vs, vs…” Bu agresif savunma, kitap okumanın emek istiyor oluşuna karşı kolaycılığı getirir ve gayret göstermenin ağırlığından kaçmanın da en temiz yoludur. Karşı argüman ise; iyi yazılmış, severek okunan, sanat değeri de popüler değeri de aynı anda yüksek olan romanların yazılmasıyla kazanılacak olan okur kitleleridir. Bir düzeltme yapılması gerekiyorsa bunu yapacak olan yazarlar ve yayınevleridir. Yazar okuyucuya; zevklerinin derinlik ve seçiciliğinin oluşturduğu memnuniyeti, ufuk açıklığının kendisine verdiği hayat hâkimiyetini, kavrayış gücünü yaşatmak, elinden tutmak, ona “seveceği sanatı” sunmak ama neticede ne olursa olsun “mutlaka sanatı sunmak” zorundadır.”
Çok teşekkür ederim