Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu 30 Ağustos Zafer Bayramı ve gündem konuları üzerine parti genel merkezinde basın açıklamasında bulundu.
Davutoğlu ‘Din ve tarih, toplumu birleştirme ve parçalama gücüne de aynı ölçüde sahip iki büyük bilinç unsurudur.’ diyerek sembolizm ve slogan üzerinden ideolojik tutumun toplum psikolojisine etkisi, askeriyedeki tören ve siyasetin ayrıştırıcı dil’ine kadar birçok gündem maddelerini değerlendirdi.
”Tarih; kendi gerçekliğimizle yüzleşmede fırsatlar sunduğunda anlam kazanır; yoksa travmalardan öfke devşirip nesillere yeni sarmallar üretmek için değil. Tarihi kavramlar ise işlevselliğini evrensel normlarla uzlaşı içinde yerine getirir; yoksa eski baskı ve çatışma alanlarını bugüne taşıdığında değil.” ifadesini kullananan Davutoğlu’ nun konuşmasının tam metni şöyle:
”Zaferler ayımız olan Ağustos ayını geride bıraktık. 1071 Malazgirt zaferinden 1922 Başkomutanlık Meydan muharebesine kadar geçen süredeki bütün zaferlerimizi bir kez daha kutluyor, bu zaferleri kumanda eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Sultan Alparslan olmak üzere tarihi şahsiyetlerimizi ve şehitlerimizi rahmetle anıyorum.
Ancak son bir hafta içinde bu zaferlerin ve büyük fedakarlıkların ortak birikiminin eseri olan vatanımızda gururla bu zaferleri ortak bir duygu ve heyecan içinde kutlamak yerine yaşadığımız tartışmalar ve gerilim hepimizi ciddi şekilde düşündürmeli ve kaygılandırmalı.
‘Kaygı Duyuyorum!’
Evet, ben çok ama çok ciddi kaygı duyuyorum.
Asırların süzgecinden geçerek bize ulaşan ortak değerlerimizin her geçen gün biraz daha aşındırılmasından büyük kaygı duyuyorum.
Fikirlerin yerini sloganların, bilincin yerini sığ önyargıların, vizyonun yerini basmakalıp hamasetin, nezaketin yerini hakaretin, ortak kader anlayışının yerini rövanşizmin almasından büyük kaygı duyuyorum.
Olgun demokratik ülkelerde sorun olmayacak konuların bizde varoluş meselesi haline dönüşmesinden büyük kaygı duyuyorum.
En çok güven duyulması gereken adalet, din ve devlet algılarının ciddi şeklide örseleniyor olmasından büyük kaygı duyuyorum.
Ortak bir kamusal alanda buluşması ve iletişime geçmesi gereken kitlelerin mahallelerine sığınarak karşı mahallelere öfke ve kin ile bakıyor olmasından büyük kaygı duyuyorum.
Hatta mahalleler içinde dahi daha dar mahallelere sığınarak “gerçek dini ben temsil ediyorum”, “gerçek laikliği ben savunuyorum”, “devletin gerçek sahibi benim” tekelciliğinin oluşturduğu her düzeye yayılan kutuplaşmalardan büyük kaygı duyuyorum.
Yaygınlaşan umutsuzluk dalgasının toplumda bir psikolojik travma etkisiyle şiddet ve öfke patlamalarına yol açmasından ve bunun zamanla kitleleri karşı karşıya getirebilecek olmasından büyük kaygı duyuyorum.
‘Toplumu saran yolsuzluklardan ruhen bunalmış durumdayız’
Evet yanlış politikalarla içine girdiğimiz büyük bir ekonomik kriz sürecinden geçiyoruz.
Evet, son yıllarda yapılan servet transferleriyle gelir adaletinde oluşan uçurumlar toplumsal dokuyu zaafa uğratıyor.
Evet! özgürlük alanlarının daralması, mülakatlarla önlerinin tıkanması gençleri umutsuzluğa sevk ediyor. Hemen hemen her ailede istihdam yetersizliği yüzünden ev genci haline dönüşen ve yurtdışı hayalleri kuran gençlerin dramı yaşanıyor.
Evet, aksayan adalet sisteminden, daralan özgürlük alanlarından, her geçen gün sokakları istila eden çetelerden, gençlerimizi esir alan uyuşturucu belasından, bir virüs gibi toplumu saran yolsuzluklardan ruhen bunalmış durumdayız.
Ama, şundan emin olunuz. Bütün bu sorunları alternatifler üreterek, omuz omuza vererek aşabiliriz.
Ancak, bütün bu sorunları aşılmaz hale getirecek olan en önemli beka sorunu ortak aidiyet bilincimizin zayıflamasıdır.
‘Siyasetin ayrıştırıcı, bölücü, kutuplaştırıcı dilden çıkması lazım.’
Hepimizin bütün kimlik, statü ve unvanlarımızı bir kenara bırakarak başımızı iki elimizin arasına alıp sormamız gerekiyor: Nereye gidiyoruz?
Evet nereye gidiyoruz?
Dünyanın her köşesinde geniş kapsamlı savaş senaryolarının konuşulduğu, etrafımızın ateş çemberiyle çevrildiği bir döneme hangi ortak psikoloji ile giriyoruz?
Bu can yakıcı sorunun birinci muhatabı iktidarıyla muhalefetiyle siyaset kurumudur. Yani topluca halkın önüne onları yönetmek iddiasıyla çıkan biziz. Kısa dönemli küçük siyasi menfaatler veya kendi mahallelerimizden alınacak alkışlar adına halkın ortak aidiyet bilincini sarsmaktan çekinmeyen siyasetçiler bırakın halkı yönetmeyi halka güzel bir örnek dahi olabilirler mi?
Artık ayrıştırıcı, bölücü, kutuplaştırıcı dilden siyasetin çıkması lazım. Herkes medenice birbirinin yüzüne bakarak söylemeli söyleyeceğini.
Türkiye sürekli kendini tekrarlayan bu berbat ezberden çıkmadıkça, bu tekrar tekrar bulaşıcı hastalık gibi veba gibi, kovid gibi döne döne gelen atölyede üretilmiş sahte gerilimlerden çıkmadıkça yaralarını saramaz, atılım yapamaz.
‘Kaç genç neslimizi slogan ve sembol kavgalarında kaybettiğimizi unutmayalım!’
Şimdi de bir grup askerimizin mezuniyet törenlerinde yaptıkları alternatif yemin ile attıkları sloganı konuşuyoruz. Cumhurbaşkanının huzurunda yapılan yeminden hemen sonra bir kısım subay adayı bir yemin daha yapıyorlar. Olgun bir devlette, oturmuş bir demokraside bu olay mezuniyet coşkusunu yansıtan sıradan bir hadise gibi görülebilir ama bizde öyle olmuyor.
Türkiye’nin hiçbir gencinin kalbini kıracak bir imada bulunmak istemem. Hele hele kara, deniz ve hava harp okullarının üçünün birincilerinin de genç kadınlarımız olması gurur vericidir. Hepsini tebrik ederim. Onlar, ülkemizin aydınlık geleceğidir.
Ama kaç genç neslimizi slogan ve sembol kavgalarında kaybettiğimizi unutmayalım! 27 Mayıs sonrasında Talat Aydemir olaylarında, 12 Mart müdahalesinde, yetmişli yılların sağ-sol kavgalarında 12 Eylül’de ve hain FETÖ sızmasında nice kurmay akıl niteliğine sahip gencimizi kaybettiğimizi unutmayalım!
Artık tek bir gencimizi dahi kaybetmek istemiyoruz!
Bazı siyasiler bu görüntüleri paylaşarak geçmişteki olumsuz hatıraların sloganı olmuş “ordu göreve”, “genç subaylar rahatsız” benzeri tweetler atmaları, diğer bazı siyasilerin de buna karşılık bir darbe çağrısı şüphesinden hareketle kutuplaşmaya çanak tutmaları akıl tutulmasıdır.
Hem bir siyasetçi hem de Harp Akademilerimizde ders vermiş bir akademisyen olarak bu sakil durumu ifade edecek kelime bulmakta zorluk çekiyorum.
Herkes meseleye kendi ideolojik zaviyesinden bakabilir. Harp Akademilerinde ders verirken, devlet katında bakan ve başbakan olarak silahlı kuvvetlerimiz ile mesai yaparken en takdir ettiğim ve en çok önem verdiğim husus emir-komuta hiyerarşisi ve Silahlı Kuvvetlerimizin iç disipliniydi.
Bir siyasi tarihçi olarak bu disiplin zedelendiği durumlarda nasıl bir devlet zaafının ortaya çıktığını örneklerini hep zihnimde tutmuşumdur. Halasakaranı Zabıtandan Talat Aydemir’e, 27 Mayıs’tan 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz’a kadar yaşadığımız darbeler tarihi bu konuda hepimizi uyaran örnekler barındırır.
Alternatif olarak edilen yeminin ve atılan sloganların muhtevasından bağımsız olarak beni rahatsız eden husus bir grup mezunun ana mezun kitlesinden ayrı bir tutum sergilemeleridir. Böyle bir grup başka bir gerekçeyle de ayrı bir topluluk oluşturarak farklı bir faaliyet içine girseydi yine yanlış olurdu. Mesela aynı anda başka bir mezun grubu ayrı bir köşede başka bir metin okuyarak yemin etseydi ordumuzun disiplini açısından nasıl bir görüntü ortay çıkardı? Daha subay oldukları ilk gün dönem arkadaşlarıyla içerde farklılaşan geleceğin komutanları zamanla diğer arkadaşlarıyla nasıl bir hiyerarşik düzen içinde bir arada olacaklar?
‘Benimsediğiniz kutuplaştırma siyasetine ve ötekileştirme söylemine bakın ve gereken dersi çıkarın!’
Bu görüntüleri iktidara dönük bir tepki olarak görüp bunları heyecanla yayan muhalefet çevrelerine sesleniyorum.
Demokratik sistemlerde iktidara karşı etkin muhalefet ile tepki göstermesi gerekenler muhalefet olarak sizlersiniz, bizleriz! Bu görevi başkalarına, hele hele milletimizin bağrından çıkmış silahlı kuvvetlerimizden ve görevleri esnasında seçimlerle işbaşına gelmiş demokratik sivil yönetimlerin emrinde çalışacak olan genç subaylarımızdan beklemeyin! Yarın belki de sizler o sivil yönetimlerin başında olacaksınız; siyaset içindeki demokratik hiyeraşiyi de, ordu içindeki askeri hiyerarşiyi de bir kez sarstığınız zaman bütün siyaset onun altında ezilir!
Bu tablodan yeni bir darbe teşebbüsü algısı ile kendi kitlesini konsolide etmeye çalışan iktidar sahiplerine sesleniyorum:
Bu tablodan rahatsızlık duyuyorsanız, öncelikle 15 Temmuz’dan sonra girdiğiniz ittifak ilişkilerine, benimsediğiniz kutuplaştırma siyasetine ve bütün uyarılarımıza rağmen sürdürdüğünüz ötekileştirme söylemine bakın ve gereken dersi çıkarın! Liyakat esaslarına göz ardı etmenizin sonucu olan devlet yapısında oluşan kurumsal zaaflarla ilgili ciddi bir özeleştiri yapın! Sivil bürokrat statüsündeki bir Cumhurbaşkanı Başdanışmanının Anayasa Mahkemesine ve kendisi gibi düşünmeyen siyasilere ayar verme hakkını kendinde gördüğü, başka bir Cumhurbaşkanı Başdanışmanının “devlet not ediyor” diyerek sağı solu tehdit ettiği bir ortamda askeri bürokrasi de alternatif yemin törenleri düzenlemeye başlar!
Darbe korkusu yayacağınıza, önce kendinize, sonra bürokratlarınıza ve nihayet devlet kurumlarına çekidüzen verin! Bu tablolar karşısında titreyin ve kendinize dönün!
‘Fikrin, düşüncenin, aklın, bilginin, bilimin yerini neden sloganlar alıyor?’
Ve nihayet bütün siyaset kurumuna, sivil toplum kuruluşlarımıza ve aydınlarımıza sesleniyorum:
Hangi siyasi görüşten olursak olalım, ama şu soruları önce samimiyetle kendimize soralım;
Siyaset kurumu neden sürekli zaaf alanları oluşturuyor ki gurur duymamız gereken gençlerimiz hep kavgaların, gerilimlerin tarafı haline getiriliyor?
Fikrin, düşüncenin, aklın, bilginin, bilimin yerini neden sloganlar alıyor?
Dünyanın büyük bir gerilim yaşadığı, büyük acılar yaşayan milyonların gözü Türkiye’nin üzerindeyken neden birbirimize karşı semboller savaşına giriyoruz?
‘Ayrıştırıcı politik sembolizm ilkel bir sembolizm.’
Siyaset neden bu düzeysizliği besliyor ve nerede duracağı belli olmayan provokasyonlara zemin hazırlıyor?
Buradan, bu girdaptan, bu birbirimize milli sembollerimiz üzerinden omuz atmaktan, bu yekdiğerinden daha çok vatanperverlik iddiasından vazgeçelim. Bu vatan bu ülke bu bayrak hepimizin. Bu ayrıştırıcı politik sembolizm ilkel bir sembolizm. Bu sembolizm ile Türkiye on yıllarını kaybetti.
Ne Cumhuriyetimiz ne demokrasimiz ne toplumsal düzenimiz bu ergenlik gerilimlerini hak etmiyor. Burada vazife öncelikle siyaset kurumunundur. Birliğin dilini bulamaz, bu ayrıştırıcı, ötekileştirici dilden çıkamazsak bu ülkenin çocukları da bilerek bilmeyerek bütün milli ve manevi değerleri ayrışmak için kullanırlar. Bu durum Türkiye’ye güç vermez Türkiye’nin gücünü, direncini kırar.
Mehmetçiğin ocağı bizim kültürümüzde Hz Peygamber ocağıdır. Herkes bu ocağı tahrik edici beyanlardan sakınmalıdır. Buradaki vatan evlatlarının mühendislik okuyan, ilahiyat okuyan, felsefe okuyan, tıp okuyan, öğretmenlik okuyan, hukuk okuyan vatan evlatlarından farkı yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devletidir. Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyetimizin kurucusudur. Kimse onu sloganlara ve sembolizme indirgemesin. Siyasetin hedefi slogan üstüne slogan atmak değil, vizyon ve düşünce üretmektir.
‘Din ve tarih, toplumu birleştirme ve parçalama gücüne de aynı ölçüde sahip iki büyük bilinç unsurudur.’
Bu ülke kimin daha fazla dindar kimin daha fazla Atatürkçü olduğu tartışmaları üzerinden on yıllarını kaybetti. Kimse kendi jakoben darbe hayallerine Atatürk’ü kalkan yapmasın. Ve kimse yolsuzluklarını “din, vatan millet” edebiyatıyla örtmeye çalışmasın.
Türk ordusu Atatürk’ün komutanlığında sömürgecilere karşı kazanılan İstiklal savaşının eseri olan ”Türkiye Cumhuriyeti’nin askerlerin”den oluşur. “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” diyen Atatürk’ü doğru anlayanlar onun şahsını kutsallaştırmaz, onun kurduğu Cumhuriyeti güçlendirir, yüceltir.
Din ve tarih toplumu birleştirme ve parçalama gücüne de aynı ölçüde sahip iki büyük bilinç unsurudur. Toplumu birleştirmek isteyenler bu iki gücü ortak aidiyet bilincini pekiştirmek üzere kullanırlar; toplumu ayrıştırarak kendi mahallesinin zaferi peşinde koşanlar bu iki büyük gücü de tekellerine alarak yorumlamak isterler.
Tarihimizi ideolojik ve siyasi fırsatçılıkla birbirinden kopararak yorumlamayalım. Geçtiğimiz hafta içinde Malazgirt ile Kocatepe’yi karşı karşıya getirenler büyük bir yanılsama ve cehalet içindedirler. Malazgirt olmasaydı Kocatepe’de koruyacak vatanımız olmazdı, Kocatepe olmasaydı Malazgirt zaferi sadece tarih sayfalarında kalan bir detay olurdu.
Kadim medeniyetler tarihi süreklilik arz eder
Atatürk ile Abdülhamit üzerinde karşıtlıklar oluşturanlar da aynı yanılsama içindedirler. Cumhuriyeti kuran neslin yetiştiği okulları açarak modernleşme süreçlerine en büyük katkıyı yapan Abdülhamit’in eğitim reformları olmasaydı o okullarda yetişmiş olan Mustafa Kemal bir Osmanlı subayı olarak İstiklal savaşına liderlik edip Cumhuriyeti kuramazdı. Atatürk’ün liderlik ettiği İstiklal Savaşı olmasaydı Abdülhamid’in korumaya çalıştığı Osmanlı topraklarının merkezi olan Anadolu’da bugün bir millet varolamazdı.
Her zaman söylediğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti konjonktürel şartlarda çıkmış nevzuhur bir devlet değildir. Kadim medeniyetlerin ana merkezinde tarihi süreklilik içinde Selçuklu ve Osmanlı birikiminin üzerinde yükselmiştir.
Tarih; kendi gerçekliğimizle yüzleşmede fırsatlar sunduğunda anlam kazanır; yoksa travmalardan öfke devşirip nesillere yeni sarmallar üretmek için değil. Tarihi kavramlar ise işlevselliğini evrensel normlarla uzlaşı içinde yerine getirir; yoksa eski baskı ve çatışma alanlarını bugüne taşıdığında değil. Hangi saiklerle olursa olsun geçmiş, tapılacak ve dogmalaştırılmış bir anılar bütünü değildir! Farklı olana galebe çalmamıza yarayacak lojistik ağı hiç değildir! Tarih ve yakın geçmiş ancak alınacak dersler ve ibretler bütünü olarak anlam kazanır ve toplumlara fayda verirler. Geçmiş, hatalarını tekrar etmediğiniz takdirde sizi daha iyiye ve ileriye taşıyabilir. Diğer türlü ideolojik ayak bağlarından kurtulamaz, toplumsal aidiyet bilincini üst normlarda buluşturamaz ve geleceğe gücün bahşettiği bir güven ve huzur iklimiyle bakamayız.
‘Diyanet İşleri Başkanlığı emir-komuta düzeninde bir itaat makamı haline getirilirse…!’
Dini alana gelince;
Dini kavramların en üst düzeyde içinin boşaltıldığı, tevazu ve mahfiyet makamı olması gereken dini kurumların en yoğun şatafat ve lüks alanı haline geldiği, her birisi kendisinin yegane din otoritesi olduğu iddiasıyla diğer din adamlarını ve kendisi gibi düşünmeyenleri ağır ithamlara maruz bıraktığı, dinimizin ana inanç unsurlarına tamamıyla zıt komedi ölçüsüne varan menkıbelerin, yorumların popülerlik adına sosyal medyada yayınlandığı, dinin özü olan ahlakın yozlaşmasına ve yolsuzlukların yaygınlaşmasına sessiz kalan Diyanet İşleri Başkanlığının emir-komuta düzeninde bir itaat makamı haline getirildiği, toplumda kritik süreçlerde her zaman bir manevi sığınak olan dini inançların özellikle gençler arasında etkisini kaybettiği bir toplumda da aidiyet bilincinin korunması güçleşir.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol; Emaneti ehline ver” diyen en muhkem nasların, “İslam güzel Ahlaktır” diyen Hz. Peygamber’in düsturlarını esas alarak samimi bir hal olarak hayata yansıttıpımız zman hem dinimiz hakkınca yaşamış hem de güzel örnekler oluştururuz.
Özetle, milletlerin huzuru, devletlerin bekası ve toplumların düzeni için en temel unsur ortak aidiyet bilincidir. Ortak aidiyet bilincini kaybetmiş toplulukları hiç bir güç bir arada tutamaz. Buna mukabil ortak aidiyet bilincini korumuş toplumların ortak iradesini ve direncini de hiç bir güç yok edemez. Bütün orduların terhis edildiği, ümitlerin kırıldığı bir dönemde daha Ankara’da Millet Meclisi toplanmadan önce Kahramanmaraş’ta ayağa kalkan istiklal iradesinin kaynağı bu ortak aidiyet bilinciydi.
Ötekileştirme, kutuplaştırma ve düşmanlaştırma aidiyet bilincini yok ederek toplumsal iç dokuyu zaafa uğratır. Kutuplaşmalara ve önyargılara karşı önce toplumsal düzeyde zihni bir barış psikolojisi oluşturmak gerekmektedir. Bu zihni barış için psikolojik ve söylemsel anlamda bir sükunet ortamı sağlanmalı ve siyasi tartışmalarda bütün taraflarca dışlayıcı nefret söylemi yerine içselleştirici ahlaki tutarlılık söylemi, hasım yerine siyasi rakip, faklı düşüneni dışlayan bir yaklaşım yerine seviyeli eleştiri kültürü benimsenmelidir.
Ortak aidiyet bilincinin en asli unsurları düşünce özgürlüğüne dayalı ortak akıl, insani değerlere dayalı ortak vicdan ve tek tek vatandaşları birbirine bağlayan ortak kader ve ortak gelecek perspektifidir.
Bütün bu tecrübelerden sonra tüm siyasal tarafların ve toplum kesimlerinin üzerinde mutabakat sağlaması gereken en temel mesele evrensel insani vicdan ile eşit vatandaşlık ilkelerine dayalı ortak aidiyet bilincinin yeniden inşa edilmesidir. Bölgesel ve küresel risklerin gittikçe arttığı bir dünyada bizi her türlü meydan okumaya hazır kılacak olan da bu gelecek vizyonudur.
Kim hangi kutuplaştırma stratejisini yürütürse yürütsün biz bu gelecek vizyonunu savunma ve hayata geçirme davasından vaz geçmeyeceğiz. Saygılar sunarım.”