Osman Özbaş’ ın ‘Gediz Kıyılarında Bir Zamanlar’ kitabının baskısı üzerine formathaber yazarla bir röportaj gerçekleştirdi.
Soru: Gediz’i dünyada hangi edebi flora ve yöreye benzetiyorsunuz?
Yazarların başarısı, sanatçıların ortaya çıkaracağı eserlerle farklılığını ortaya koymasına bağlıdır. Biz bir kitabı okurken, bir film ya da izlekler üzerinden bir devrin karakterini ortaya koyacaksak öncelikle ekol tarzı bir geleneğin içine yerleştiririz, on dokuzuncu yüzyıl roman sanatı gibi, Fransız edebiyatı gibi, Rus edebiyatı gibi. Ama bu geleneği yaratan da ‘biricikli’ eserlerdir; yani, her anlatım ya da yazı için anlatana veya yazara özgü biricikliği barındıran bir üslup varsa edebiyat edebiyattır…
Bu ilk çağlarda duvar resimlerine kazınan ‘imge-motif’ için de böyleydi, bugün yazıya dönüşen duyguya verilen anlamda da böyledir. Bir Canteburry hikâyeleri, Uğultulu Tepeler ile Binbir Gece Masalları, hep o ilkel çağların duvar resimlerinden gelen gelenekle, ‘bir üslup kaygısıyla’ bezenmiştir, ama öte yandan yazarın eserinde işleyeceği ‘hareket’ de bir o kadar coğrafyanın koşullarına sıkı sıkıya bağlıdır…
‘Faulkner’in insanları o kadar sıradandır ki, ‘çevre’ ancak o insan varsa anlatılabilir.’
İşte bu nedenle yazarların eserlerini daha iyi tanımak açısından yaşadıkları yerleri görmek, o topraklarda gezinmek çok önemlidir. Çünkü yazarların etkilendiği ya da eserlerinde kullandığı çevre, mekân ve karakter tasvirleri kadar kurguya yedireceği heyecanı da açık bir şekilde etkiler. Örneğin Balzac Vadideki Zambak’ ta Güney Fransa kır yaşamını kullanmış, toprağın güzelliği kadın çekiciliğiyle süslenmiştir. Steinbec Gazap Üzümleri’ nde doğanın içinden daha derin bir inanç kavgasını öne çıkarır, Yaşar Kemal, Toros dağlarındaki yüzyılların masal mirasını destansı bir anlatımla sarıp-sarmalar, Markuez köylülerin mülkiyet ilişkilerini hikâyemsi bir üslupla anlatır… Faulkner benzer hikâye etme tarzını ‘yerel konular’ çerçevesinde o günü anlatmaya neden olan sıradanlık üzerinden insana ulaşır. Faulkner’in insanları o kadar sıradandır ki, ‘çevre’ ancak o insan varsa anlatılabilir. Peki nasıl oluyor da aynı konuları, aynı kurgu ya da ‘hareket’, hatta aynı ‘heyecanla’ işleyen hikayeler olmasına rağmen ancak bazıları ‘biricikli’ olabiliyor, diyebilirsiniz, işte bu konu edebiyatın florası alanına girer: Her yazar, eserin ruhuna yedireceği ‘kaygı’ile insanın doğaya-kendine bakışta varoluş amacını yeniden üreteceği farkındalık açısını geliştirdikçe zihinlerde yer bulur da ondan.
Soru: Çukurova ile hiç bağlantısını kurdunuz mu? Ya da başka bir epik yöreyle?..
Çukurova denince Yaşar Kemal’ in Çukurovasından söz ediyoruz sanırım. Üstadın Çukurovası benzersizdir, ‘epik’ anlatımdaki betimlemeler, benzetme ve efsaneler ile bambaşka bir coğrafya sizi karşılar. Ve Yaşar Kemal Üstadın deyişiyle, ‘Her yazarın bir Çukurovası vardır.’’ Bu nedenle doğrudan başka bir coğrafyayla benzerlik kurmak istemiyorum. Ama Gediz Kıyılarında Bir Zamanlar novellamı Mark Twain’ e ithaf ettim, ’okuduğum en güzel tatil kitaplarımın yazarına’ dedim. Mark Twain coğrafyası da doğrudan yeryüzü coğrafyasına değil, mizahi bir dilde kaleme aldığı üslup tarzından akıp-giden serüven diyarına bir göndermedir; yoksa Mark Twain’in Mississippi nehriyle Gediz ırmağının özellikleri birbirine hiç tutmaz. Benim bildiğim Gediz bugün neredeyse bir çay akıntısına dönüşmüştür, bırakın üzerinde sal gezintilerini, neredeyse içinden yürüyerek bile geçmeniz mümkündür. Ama ne gam… Yazı birbiri üstüne örtüşen bir resim değildir ve bu coğrafyanın florası da bambaşka bir coğrafyadır, dünyadaki hiçbir yere benzemez…
‘Bu topraklar, yani Gediz’i besleyen 17.500 km kare su toplama havzasında çok önemli uygarlıklar yaşamıştır’
Nehrin özelliklerini anlamak için önce doğduğu yere, sonrada karakterini kazandığı çevresine bakmak lazım. Gediz kaynağından İzmir körfezine döküldüğü deltaya kadar farklılık gösterir, sanki su kaynaklarının değişkenliğiyle sürekli bir rengini bulma arayışındadır. Gediz’in florası, ilk önceleri volkanik yörelerden gelen küçük derelerle beslenir; esas kaynağı İç Batı Anadoludaki Murat Dağlarıdır, sonra Şaphane ve Eğriboz Dağlarının sularıyla debisi yükselir, kuzey-güney akıntısını batıya çevirip adını nehirden alan ova boyunca İzmir Körfezine dek uzanır. Gediz’ in doğup genişlediği, sonra daralıp berraklaştığı, azalıp tükenecek gibi olduğu, Körfeze döküleceği deltaya doğru derinleştiği tüm bu alanlar uygarlık tarihine önemli izler bırakan kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Bu topraklar, yani Gediz’i besleyen 17.500 km kare su toplama havzasında çok önemli uygarlıklar yaşamıştır, örneğin Salihli’ de ilk paranın basıldığı Lidya’ nın izini bulabilirsiniz, Uşak’ da Karun hazinelerinin serüvenini yaşayabilirsiniz… Niobe’ nin mitolojiye kazınan acıları Manisa-Spil’ de tarihe geçmiştir. Spil denince, Niobe’ yi bilmeden Batı uygarlığını anlayamazsınız; tıpkı Truva gibi, Anadolu’ yu kendi egemenliğine almak isteyen kültürel-imparatorluklar bu toprakları referans gösterir. İşte uygarlık tarihi okurken metodolojinin bam teli burada kopuyor, gerek dil-bilimde, gerek kavimlerin savaşı ve göç yollarında taşınan kültürle, Batı uygarlığının nasıl etkilendiği araştırılsa, bu tür felsefi kavramlar üzerinde daha derinlemesine düşünme olanağı bulabiliriz.
Soru: Çocukluklar bir ülkedir. Gediz ülkesinin çocuklukları nasıldı?
Çocukluk denince, çocukluk ülkesi bambaşkadır. Belki bir Mississippi’ yi özlemiştir, oradaki nehir gezileri, belki Tom Sawyer’in öykü coğrafyasıdır ilgisini çeken, -Tom hikayede kendi dünyasında (nehirlerin, ormanların, mağaraların ve adaların dünyasında) bir kahraman gibi yaşar.- … Tam bilemem, çünkü artık kitap kendi öyküsünü yazmaktadır, yazarından bağımsızdır.
Soru: Bu kitabı yazarken yaptığınız ve yapılmasını istediğiniz geziler tam olarak nelerdi?
Tren gezileri ilgimi çeker. Gediz’i takip eden Manisa-İzmir demiryolunu takip ettim. Bazı istasyonlarda indim, dolaştım. Okuyucuların böyle bir seyahatle bu toprakları tanımasını, ama tarihiyle, doğası, insanı, gelenekleri, masallarıyla tanımalarını isterdim. Tabii bu topraklar üzerinde çok güzel çiftliklerin olmasını, restoranların sıralanmasını, doğal hayatın korunmasını, botanik bahçelerinin kurulmasını, ve estetik mimarileşmeyi hayal etmişimdir.
Soru: Bir yazarın doğduğu, büyüdüğü yerle ilişkisi, bağlarını nasıl düşünüyorsunuz?
Bir yazarın, doğup-büyüdüğü yerlerle yazıya geçirdiği dünya arasında mutlaka bir bağ vardır. Az veya çok, görünür-görünmez, bazen izleksel bakışla o toprakların doğasından etkilenen imge-motiflerle insanın varoluş farkındalığını zenginleştirir ya da sorgulayıcılığı ‘düğümlere’ bırakılan bir hayal üzerinden ‘hareket’ geliştirilir; bu da çok açıktır ki edebi anlatımı zenginleştirici bir unsurdur.
Teşekkür ederim