DOLAR
EURO
STERLIN
FRANG
ALTIN
BITCOIN

Manisa Şehir Okumaları Üzerine Dr. Muzaffer Yurttaş ile Söyleşi

Yayınlanma Tarihi : Güncelleme Tarihi : Google News
Manisa Şehir Okumaları Üzerine Dr. Muzaffer Yurttaş ile Söyleşi

Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Manisa Şubesi tarafından Şehzadeler Belediyesi’nin hizmete açtığı Şehit İlhan Varank Kütüphanesi Toplantı Salonu’nda “Manisa Şehir Okumaları” diye yeni bir proje başlatıldı. Her ay bir şehrin kültürünü, edebiyatını, yetiştirdiği ilim ve sanat insanlarını okumayı amaçlayan projenin fikir babası ve yürütücüsü olan dernek başkanı ve 24. Dönem Manisa Milletvekili Dr. Muzaffer Yurttaş ile Osman Özbaş bir söyleşi gerçekleştirdi.

1)Sayın Yurttaş, öncelikle yeni projeniz için sizleri tebrik ediyoruz. Manisa’nı kültür çalışmalarına önemli katkılarınız olduğunu görüyoruz. Manisa İrfan Meclisi Edebiyat Sohbetleri projeniz artık geleneksel hale geldi. Her ay yeni bir konuyu ele alıyor ve büyük ses getiren çalışmalar yapıyorsunuz. Manisa Şehir Projeleri ismini verdiğiniz bu projeye geçmeden önce şehir ve kent kelimeleri üzerinde duralım. “Şehir” ve “kent” kelimelerinin birini diğerinin yerine kullananlar var. Ya da bu iki kelimenin birbirinin muadili değil zıttı olduğunu söyleyenler var. Sizce ne yapmalıyız? Kent midir doğrusu şehir mi?

İlk emri “oku” olan bir dinin mensupları olarak Kuranı, kitabı, edebi okuduğumuz kadar insanımızı ve şehirlerimizi de okumaya ve anlamaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Güzel bir soru şehir mi, kent mi? Bin yıllık yerleşik kelimemiz “şehir”di, şehrin zihin dünyamızdaki yeri muhkemdi, şehir bizim medeniyetimizin kelimesi idi. Arapça “Medine” kelimesi din dünyamıza ait bir yer adı olduğundan, farsça şehir kelimesini benimsemişiz.

Kent konseyi, kent meydanı, kent müzesi, kent ormanı…Bunlar günümüzde belediyelerin tabelalarında yer alıyor. Fakat o şehrin şehr-i eminleri hâlâ kenti değil şehri yönettiklerinin farkında değiller ve şehir kelimesi yerine kent, kent yerine şehri kullanabiliyorlar.

Medeniyetimizin kelimesi şehirdir. Yûnus Emre asırlar ötesinden “Kasdım budur şehre girem feryad ü figan koparam” diyor. Bazen hece uzatılarak şehre “şâr” denildiği oluyor. “Bu dünyanın meseli bir ulu şâra benzer.”

Nagehan ol şara vardım/ Ol şarı yapılır gördüm/ Ben dahi bile yapıldım/ Taş u toprak arasında. Şunu demek ister: Ansızın bir şehre vardım, o şehri yapılır gördüm. O taş toprak arasında ben de birlikte yapıldım.

Hacı Bayram Veli’nin bu müstesna dörtlüğü şehir-insan ilişkisini en güzel şekilde dile getirir. Şehirler kuru, sıradan yapılar topluluğu değildir. Evet şehri insan yapar ama o şehir aynı zamanda insanı inşa eden canlı bir mekandır. Şehir insanı şekillendirir, geçmişini olduğu kadar bugününü ve yarınını da belirler. Çocuklarımızın hayallerini, düşüncelerini, ruhlarını yeşertir. “Biz” ve “bir” olma düşüncesini inşa eder.

Şehir varken kent demek, bin yıllık medeniyet birikimini inkâr etmek demek! Şehir ile kentin farkını bilmeyen şehrini de kentini de bilmez.

Coğrafya kaderdir” diyor ünlü tarihçi İbn-i Haldun. Coğrafya ile kimlik, hatta kişilik arasında bağ olması kaçınılmazdır. İnsan, yerleştiği yerin havasını, suyunu, toprağını içselleştirir. “İnsan yaşadığı yere benzer” denilmiştir.

Denilebilir ki, yarım asır öncesine kadar insanların, şehirleri, vilayetleri hal ve hareketlerinden, dillerinden, hatta kıyafetlerinden kolaylıkla anlaşılabilirdi. Ancak günümüzde şehirlerarasındaki farklar silikleşiyor. Kimlikler ve şehrin simgeleri yok olmaya mahkum oluyor. Hem öğretim sistemi hem iletişim araçları bu farklılıkları törpülüyor ve artık konuşmasından hal ve hareketlerinden bir kimsenin nereli olduğunu anlamak güçleşiyor. Yine de bir şehir adı geçtiğinde zihnimize üşüşen o yerle ilgili bilgiler, tahayyüller karşımızdaki şahısla ilgili bir kimlik ifadesine dönüşüyor.

Şehir, fazilet ve erdemin, ahlak ve maneviyatın toplumun her safhasında kendine yer bulduğu, insanların birbirine saygı duyduğu, karşılıklı hakların korunduğu yerleşim yeridir.
Medine demek şehir demektir. Zira şehir ve Medine yaşamının merkezinde saygı ve hürmet kavramları yaşar.

Şehirde yapılar ve binalar birbirine saygılıdır. Şehrin yapıları birbirlerinin güneşini ve manzarasını kesmeyen, başka yapının yoluna, suyuna, toprağına, yerine müdahale etmeyen bir özelliğe sahiptir. Ayrıca şehir mimarisi ile adeta insana hürmet eder, insanı karınca gibi ezmez, onun boyutlarına göre şekillenerek onun varlığını kabullenir. Batı medeniyetinde dev yapıların arasında insan aciz, nokta ve yok hükmündedir.

Şehirde araziye yerleşen, şehrin haritasında yer edinme iddiasında bulunan her yapı, toprağa saygı duyarak şehrin bünyesine katılır. Bunun en iyi örnekleri Osmanlı şehirlerinde karşımıza çıkar.

Şehri oluşturan temel kavramların yerini modern ilkelerin aldığı, saygı ve hürmetin mekanik olgulara yeni düşerek bir makinaya dönüştüğü yaşam yeri kent olarak isimlendirilebilir.

Kuranı Kerim’de, Peygamber efendimiz (sav) öncesinde ahlaki erdemlerin neredeyse yok olmaya yüz tuttuğu, cahiliye döneminin zalim adetlerinin hüküm sürdüğü Mekke karye (şehir olamamış yer) olarak isimlendirilmiştir. Medine ise şehrin karşılığı olarak yer almıştır.

Şehrin sakinleri birbirinin haklarını gözetmekten vazgeçtiğinde şehir kentleşmeye başlar. Kentleşen şehirde komşuluk, akrabalık ilişkileri en düşük seviyeye iner.

Avrupa’nın neredeyse tüm kentlerinde sanayi devrimi ile birlikte kentleşmenin oluşturduğu buhran gün yüzüne çıkar. İnsanlar zamanla bu boğuculuktan kurtulmak için kentin dışında inşa ettikleri ve banliyö diye isimlendirdikleri yapılara kaçar olmuşlardır.

Nihayetinde şehir yapısının kente dönüşmesi ne kadar kolaysa, kentin bir şehre dönüşmesi o kadar zor ve uzun bir süreç gerektirir.

Medeniyet ile uygarlık nasıl aynı anlamı ifade etmiyor ise, şehir ile kentte aynı anlamı ifade etmez.

Batı, medeniyeti bulmadan kaybetmiştir. Eriştiği ancak bir uygarlıktı, aradığı ise medeniyetti. Kentlinin yolu uygarlığa doğru, şehirlinin yolu ise medeniyete doğrudur.

Bir mekân tasavvuru olarak şehir meselesi, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir konu olarak karşımızda duruyor. Evet, şehri önemsiyoruz ve şehri önemsediğimiz içinde kente ve kentleşmeye karşı durulması gerektiğini ifade ediyoruz.

Kapalı çarşı şehrin merkezi, AVM kentin merkezidir. Biri şehri, diğeri kenti temsil eder. Kaplı çarşı sizden biridir, halden anlar. AVM ise tek kuruşun hesabını yapar. Kaplı çarşı ‘hayırlı işler, selamün aleyküm, berketli olsun’ dilek ve temennilerinin havada dolaştığı samimi mekanlar iken, AVM yabancı, asık suratlı,resmi, bencil, hesapçı, sömürücü, selamsız sabahsız, soğuk ve egoist olan kentin evladıdır.

Nereye varmak istiyoruz; “şehir kent değildir.” Şehir estetiği, zarafeti, bilgeliği ve hikmeti esas alır, kent gösterişi, azameti. Kent sekülerdir, şehrin manası vardır. Şehir faniliği ifade eder, haddini bilir; kent ölümsüzlüğü, şımarıklığı yansıtır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “şehir inşa eder, kent imha eder” sözü şehirle kent arasında ayrımı çok açık bir şekilde ortaya koyar. Şehir halim selimdir; o yüzden sakinleri vardır, kent hırçındır; türedileri, sonradan görenleri, hazda sınır tanımayanları vardır. Şehir insanın kendine kaçışıdır, kent ise insanın kendinden kaçışıdır.

Şehir modernizme karşı bir duruştur aslında. Modernizmin bize telkin ettiği; kentleşmenin hazcı ve salt ticari kaygılarla oluşturulan kent anlayışına, yozlaşmaya karşı “başka bir yol” denemesidir şehir. Plazalarda, çok katlı gökdelenlerde gökyüzünü bile bizlere kapatan, bedenimizi, ruhumuzu esir almak isteyen, bizleri her daim ihtiraslarımızın peşinden koşturan kentlerden; ruhumuzu kurtaracak bizi biz kılacak en sağlam limanlardır şehirler. Şehir kendi gök kubbemizde bir kimlik inşasını ortaya koyar.

Evin, sokağın, mahallenin, meydanın ve nihayet şehrin bir kimliği vardır… Kimliğini yitiren insan gibidir kimliksiz şehirler. Huzursuzdur, ürkektir, boşluktadır. Bugün şehirlerimiz bir kimlik krizi yaşamaktadır…

Masa başında planlanan şehirler, şehrin dokusuna, değerlerine, kimliğine uymayınca, şaşkın şehirler ortaya çıkmakta. Kimliksiz şehirlerden kimlikli insanlar bekleniliyor ki; bu durum ayrıca bir şaşkınlık halidir…

Anlamı kalmıyor şehrin, bu yüzden sükûnet sunmuyor insana. Evini yitirmiş, sokağını, mahallesini, şehrini yitirmiş insan şehirden kaçarak var ettiği kentlerde şaşkındır bugün… Bugün nereye yürüyoruz; yürüyüşümüz şehre mi, kente mi? Onun için arayışımızın da yürüyüşümüzün de şehre doğru olması gerekmektedir. Kentler her geçen gün biraz daha boğuyor, biraz daha tüketiyor her birimizi.

Sözü şehir konusundaki düşüncelerimizin şekillenmesinde büyük katkısı olan Lütfi BERGEN’in “Kenti Durduran Şehir” kitabından yapacağımız alıntı ile sonlandıralım. “Şehir denen şey Müslümandır…Şehir akitler ve hukuklar tahakküm etmenin alanıdır. ‘Bana yaptığın kendine yaptığındır.’ diyen adamların dirlik kurduğu bir vatandır. Öyle bir bina yap ki güneşimin önünde gölge etmesin; öyle bir yol yap ki karıncaların rızık yürüyüşleri üzerinde meşin ökçe olmayayım; öyle bir pazar kur ki sattığım mal işsiz bırakmasın seni; anasından hür doğmuş adamı maraba kılmasın. Öyle bir akit ki, benim menfaatim senin rezilliğin olmasın, diyenlerin diyarıdır… Şehir böyle bir şey olmaktır. Şehir Müslüman bir toplumdan; ağaca, kuşa, güneşe, insana, yolcuya, âleme doğru vakfedilmektir

2)Bir şehri tanımaya nereden başlamak gerekir? Bunun bir sırası, yolu, yöntemi var mıdır? Siz gittiğiniz şehirleri nasıl tanımaya çalışıyorsunuz?

Bir şehri kendinden tanımaya başlar insan. Bir şehri tanımak için nereden başlamalı sorusu eğer anlamı ve amacı iyi belirlemez isek banalleşir. Tanıyacağımız şehirde ne yapmak istediğimizdir belirleyici olan ve yanımızda kimin olduğudur.

Şairi ile tanırsın şehri. Sokak sokak, ışık ışık, insan insan alır ve yoğurarak anlatır şehri şehre, insanı insana. Şair girdi mi şehre hazırola geçer her şey. Işıltısına kanmaz o aydınlıkların. Bilir ki her yer ışıl ışıl olsa da insanın içi karanlıksa her şey kötüdür ve insan karanlıkta kaldıkça her şey kötü olmaya devam edecektir.

Bir şehri çocuklarından tanımaya başlar insan. Çocuk elini ayağını çekiverdi mi şehirden, şehir de insandan elini ayağını çeker. Çocukların sesleri kısıldı mıydı şehirde, insanın da sesi kısılıverir.

Bir şehri evlerinden tanımaya başlar insan. Sabah uyandığında gözünü açtığı, akşam uyurken gözünü kapattığı yerden tanır. İşinden, okulundan koşa koşa sığındığı yerden tanır. İnsanın en küçük şehridir ev çünkü. Çünkü insan en çok evinde gerçektir. Her şeyden kaçabilir insan; işinden kaçar, amirinden kaçar, patronundan, arkadaşlarından, sokaktaki insanlardan kaçar ama evinden ve kendinden kaçamaz. Evden kaçılmaz, eve sığınılır. Orası ne kadar ferahsa, şehri de o kadar güzeldir insanın.

Her şehrin bir yazısı, her şehrin bir yazgısı vardır. Şehri okumak ise ayrı bir beceri ister. Ben her gittiğim şehri okumaya oranın çarşısından başlarım. Sonra manevi büyüklerinin mekanları ile devam ederim o şehri tanımaya. Bir Ulu Cami ararım mesala gittiğim şehirde, Bir ahşap ve taşın etle tırnak olduğu Anadolu Selçukluların Ahşap Camilerini ararım. Uzun Çarşının Ulularını ararım.

Taş ve tespih ustalarını, el dokumalarını, bakır ustalarını, körükle demire şekil veren gerçek ustalarını ararım. Ahşap oyma sanatçılarını, rahlelere sedef kakması işleyen, eline aldığı büyüteçle eski kol saatlerini atmak yerine tamir eden nesli tükenmeye yüz tutmuş Anadolu irfanı ile ahi evran kültürü ile yoğrulmuş bilge ustaları loş dükkanlarını arar bulurum. Seri üretim yapan fabrikalar yerine kişiye özel imalat yapan kunduracıları, basma kalıp takım elbise satan lüks ışıltılı mağazaların yerine kişinin boyuna, kilosuna göre elbise diken provalar yapan gerçek terzileri ararım.

Türkçenin katledildiği karmaşık tabelaların arasında samimi bir ahşap tabela ararım. Dev cafelerin yanından usulca geçip bir esnafın işyerinin kenarında küçük taburelere oturmuş çaylarını yudumlarken sohbeti demleyen ak sakallı ihtiyarları ararım.

Edebiyatını, türkülerini, şiirlerini, yetiştirdiği güzel şahsiyetleri inceleyerek okumaya devam ederim. Şehri tanımak için soru sorduğum ilk kişi bana şehrin yemeklerinden bahsederek konuşmaya başlarsa muhabbeti kısa keserim.

Arastanın esnafları sorduğum soruya dilinin ucu ile ve yüzüme bakmadan cevap veriyorsa oraya bir mim koyarım. Sakinleri huzurlu, esnafı yapıcı, insanları hoş sohbet ise şehri derinlemesine tanımaya ve en tenha yerlerini bile görmek, bilmek için gayret ederim. Daracık sokaklarda, taş döşeli yollarda kaybolmayı isterim çoğu kez.

İlk izlenimlerim hep önemlidir. Siz siz olun size bir şey soran birine karşı en güzel sözleri kullanın, sorunlarına ve sorularına çözüm arayın. Sizi ve şehri güler yüzünüz ve hikayelerinizi dinlemek için arayan soranlar bol olsun. Şehrinizin sizi temsil ettiği kadar sizin de şehrinizi temsil ettiğinizi unutmayın. Diliniz de haliniz de şehrinizi en güzel şekilde temsil etsin.

Seyyah olup gezerken, aslında hepimizin aradığı haritada alelade bir yer değildir. Hepimizin aradığı kendi içimizde kaybettiğimiz, huzurdur. Aslında aradığımız güzel sözler, iyilik hikayelerdir, yaşanmışlıklardır. İnsan hikayesi olan şeyleri özler ve arar.

3)Şehirler Yaşayan Varlıklardır diyebilir miyiz? Şehirlerin bir ruhu var mıdır?

Kendine ait hikayesi olan, ayrı birer ruhu yansıtan, sıcacık, yaraları gören ve pansuman eden, huzur ve sakinliğin adresi olan şehirlerin sevenleri çok olur. Hacı Bayram Veli ne diyor: “İnsan, şehri inşa ederken aslında taşın toprağın arasında kendisini inşa eder. Gönülde her ne var ise, şehir olarak görünür. Gönlü taş olanın şehri taş, gönlü aşk ile dolu olanın şehri gülistan olur” İbn-i Haldun diyor ki: “Şehirlerin de bir ruhu vardır. Bir şehirde yaşayan insanlar zamanla yaşadığı şehrin ruhuyla karakteristik açıdan özdeşleşirler.” İnsanlar zamanla şehirle bütünleşir, ruh ikizi olurlar.

Maddenin ve mananın ruhundan söz edebileceğimiz gibi elbette mekanların ruhundan da söz edebiliriz. Ülkelerin, şehirlerin, kasabaların ve köylerin dahi bir ruhu vardır. Gelenek görenekleri, kültürleri, dilleri, lehçeleri, dinleri ve elbette tarihleri bu mekanların ruhunu yansıtır bizlere.

Şehirlerin ruhu vardır, kentlerin yoktur. Şehirler evlerden oluşur, kentler konutlardan. Şehirlerde insanlar sabahları rızıklarını temin etmek için işlerine giderler, kentlerde para kazanmak için plazalara. Şehirlerde insanlar istediklerinde hayatlarını yavaşlatabilirler, kentlerde yavaşlamaya yer yoktur. Orada durursan ezilirsin.

Ecdadın dünya görüşü ve hayat anlayışında şehirler yalnızca binalardan, yapılardan, köprülerden, hanelerden, taştan tuğladan ve topraktan ibaret değildir. Şehirlerin de bir ruhu vardır. İnsanlar nasıl ki bir asrı bulmayan ömürlerine tecrübeler sığdırırlarsa şehirler de asırlarca biriken bir tecrübenin tecessüm etmiş halidirler. Dertleri, çileleri, sırları, efsunları ve bir davaları vardır şehirlerin de. Ve şehirlerin de hafızaları vardır. O hafıza onların tarihleri ve yaşanmışlıklarıdır.

Ecdat şehirlere bir ruh üflemiştir. Anlamsız ve maksatsız sadece günlük amaca ve insani ihtiyaca hizmet eden binalar değil onları bir medeniyet timsaline dönüştürecek mekânlara çevirmişlerdir. Ve bunların her birini kayıt altına alıp her birinin varlığına bu şekilde şahitlik etmişler, devlet tarihinin yanında şehirlerin tarihlerini de bizlere birer hazine misali bırakıp da gitmişlerdir.

Tarihe damga vurmuş marka şehirlerin yılların biriktirdiği mimarileri, sokaklarının ve caddelerinin oluşturduğu kendisine ait kimlikleriyle bezenmiş özellikleri vardır. Bu şehirlerin ismi söylendiğinde hemen hafızanıza düşen siluetleri vardır. Bağdat’ın, Şam’ın, Mekke’nin, Medine’nin İstanbul’un tek kareyle özetlenecek siluetleri, yılların getirdiği birikimlerle bezenmiştir. Şehirler içinde yaşayan insanların şehri sahiplenmesiyle ve algılarıyla şekillenir. Sokakları, caddeleri, ana arterleri sürekli canlıdır.

Yaşadığını, hatta kalp atışlarını dinleyebilirsiniz. Şehirde yaşayan insanların sokaklarında, caddelerinde dolaşırken, atmosfere saldıkları nefesleri, ağızlarından çıkan güzel cümleler veya kötü sözler bile şehrin bize sunduğu tüm değerleri, güzellikleri etkiler. Şehri muhafaza etmesi gereken, bir sonraki nesle olduğu gibi, devraldıkları gibi devretmesi gereken yine o şehirde yaşayan insanlardır. Yetkili makamlarda bulunanlardır. Şehrin idarecileri, yerel yöneticileri, o şehirleri korumak, yağma edilmesini önlemek, talan edilmesine fırsat vermemek zorunda olan devletin ta tepesindekilerdir.

Her gelenin bir kazma vurduğu, sokaklarında geceleri bir çocuğun, bir kadının dışarı çıkmaktan korktuğu, başıboş köpeklerin kıskacında, çukurların göl, kaldırımların daracık olduğu yerlere şehir demek mümkün değildir. Tak sök çiçeklere milyarların harcadığı, şehrin dergisine, kültürüne, yazarına bütçe ayrılmadığı yerler ancak kent olur, şehir olamaz. Kültürü ve kitabı boş zamanların işi gören insanlar topluluğu bir medeniyet ruhunu inkişaf ettiremezler.

4)İslam Şehri diyebileceğimiz şehirlerin özellikleri nelerdir?

İslam Şehri, anlamı sadelikte arayan bir erdemlilik çevresidir. Kibirden ve israftan kaçınmayı vurguladığı gibi, zarafeti ve mânâyı cesaretlendirir. Allah’a ve insanlara karşı görevlerimizi göstermesiyle insana sürekli olarak ahireti hatırlatan bir ortamdır.

Mekanlar şahsiyetleri belirler, bir şehir huzur vermiyorsa, o şehrin insanları huzurlu olamaz. Şehir saygı ve sevgi vermiyorsa, o şehrin insanı da noksan kalacaktır. Artık insanlar huzur veren şehirler istiyor.

Büyük mimari projeler inşa ederken, büyük adımlar atarken, insan ruhuna dokunan çalışmaları asla ihmal edilmemelidir. Sosyal belediyecilik kavramı, proje üreten ve uygulayan belediyecilik anlayışı daha çok tercih edilmeye başlanmıştır.

Felsefesiz, ruhsuz, büyümek için büyüyen şehirde huzur arayan yığınlar asla huzur bulamayacaktır. Bir şehirde huzur, emniyet, estetik yok ise orada insanlar mutsuzdur. Kurulan şehirler ruhu olan ve yaşayan, canlı şehirler oluşturulmalıdır. Bütün unsurları ile insanı yaşatmayı hedefleyen şehirler, nitelikli insanı ve yatırımı cezbederek kalkınmaya ivme katar.

Gelecek kuşaklara nasıl bir dünya ve nasıl bir çevre bıraktığımıza bir bakalım. Biz, sadece bugünün şehirlerine, bugünün insanına, bugünün Türkiye’sine karşı sorumlu değiliz. Bizler, bugünden yarını inşa etmenin, yarını imar etmenin sorumluluğunu omuzlarımızda taşıyoruz.

Temsil ettiğimiz inancın yaşadığımız şehirlerde karşılık bulması gerekir. Şehir kavga ve gürültünün ortasında insanların ruhunu daraltan değil, huzur bulduğu yerleşimler olmalıdır. Şehir güven, istikrar ve emniyet teşkil etmelidir. Şehrin emini emin olduğu kadar, şehir de emin belde olmalıdır.

İskan alanlarının büyüklüğünün orada yaşayan insanların dayanışmasına ve mahalleyi yönetmesine imkan sağlayacak ölçekte tutulması Osmanlı şehirlerinin önemli bir özelliğidir. Küçüğün her zaman daha güzel olduğunu söyleyen Bilge Mimar Turgut Cansever, meydana getirilecek tüm yapıların insani ölçekte olması gerektiğini savunmaktadır. Aristo, “En iyi polis (şehir), tek bir bakışta görülebilecek büyüklükte olandır.” demekte ve bu sınırlamanın iyi yaşamdan ziyade insanların birbirlerini tanımalarına imkan sağladığını dile getirmektedir.
Cansever Aristo ile aynı görüşü paylaşarak, her alanın belli bir yoğunluk seviyesinde tutulması gerektiğini vurgulamakta, aksi takdirde hem idare konusunda hem de insan ilişkilerinde sorunların meydana geleceğini söylemektedir. Turgut Cansever’e göre bir şehirde, ‘yüksek ahlaki ve kültür değerlerine sahip toplumun inşa edilmesi’ asıl önemli meseledir. Bu sebeple Cansever, Eflatun’un “Şehir insanı terbiye eder.” sözlerine atfen ‘şehrin insanı tebiye edecek esaslara göre kurulması’ gerektiğine inanmakta ve yüksek şehirleşmenin, çevresine karşı sorumlu, adil ve ahlaki kıstasları olan bir toplumun inşasına zemin hazırlayacağını savunmaktadır.

Cansever’in ortaya koyduğu İslam şehri özetle, İslam inancının yansıması olarak ortaya çıkan, her şeyin doğru yere konulduğu, israf ve aşırılıktan uzak, talep ve ihtiyaçlara cevap veren, değişeme açık ve esnek, varlığın bilincinde olarak çevresini güzelleştirmekle yükümlü Müslüman halkın çabasının bir ürünüdür.

Teknolojinin hızlı bir şekilde geliştiği bu yüzyılda, insanlar ve canlılar için şimdi ve gelecekte bir yaşam alanı var edilecekse, bu planlamanın inançlarımızdan ve düşüncelerimizden başlaması gerektiğini düşünüyorum. Eğer çıkarlar, rant ve sadece belli bir zümrenin refahı düşünülmeden insani olanın ne olduğu sorusunun cevabı verilebilirse, işte o zaman yaşanılabilir şehirlere (mekanlara) de sahip olabiliriz.

5)Şehir Okumaları Proje fikri nereden çıktı? Burada amacınız nedir? Nasıl bir çalışma ortaya koymayı düşünüyorsunuz?

Osmanlı bir kayıt medeniyetidir. Bir taşın tarihini, bir ağacın tarihini yazan ecdat kendisine şiar diye bildiği ve düstur diye kabul ettiği “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” fehvasınca insanını yaşatmak için kurduğu şehirlerinin de tarihini yani hafızasını elbette kayda almış ve muhafaza etmiştir. Kurdukları köklü medeniyeti halen dahi birer nişan gibi sağlam ve kavi ayakta kalan kadim şehirleriyle vücuda getirmiş ve bugünün modern şehircilik kavramını anlamaya çalışanları dahi hayrete düşürecek bir mantıkla şehir müesseseleri kurup önce toprağı vatan yapmış sonra vatanı sanata çevirmişlerdir ve yaşanabilir alanları birer sanat eserine tahvil etmişlerdir. Avize gibi göğe minareler asmış, türlü çiçeklerle bezer gibi toprağa camiler ekmişlerdir. İnanç tam da böyle sanat olmuştur işte.

Kısa ömürlü bireysel hafızaların bir araya gelmesiyle oluşan toplumsal hafıza kendini şehir mekânlarında göstermektedir. Şehirler tarihi veya coğrafi tüm mekânlarıyla toplumsal belleğin nasıl değişerek devam ettiğini, dönüştüğünü veya başkalaştığını bize ifade eder. Medeniyet arayışını toplumun hafıza mekânları üzerinden sürdürmek için şehir okumaları projesi hayata geçirmek istiyoruz.

Her ay bir kadim şehrimizi ele alacağız. Tarihini, kültürünü, edebiyatını, yetiştiği değerleri, farklılıklarını öğrenirken aslında onlarla hemhal olacağız. Ele aldığımız şehri Manisa’mızda temsil eden hemşehrilerimizi programımıza dahil edip değerlerini ve hatırlarını bizzat kendi ağızlarından dinleyeceğiz. Şehrimizde kaynaşmaya vesile olacağız. Erzurumlu ile dadaş, Elazığlı ile Gakkoş, Maraşlı ile Ökkeş, Sivaslı ile Yiğido, Gümüşhanelilerle Gada, Karadenizlilerle Laz Uşağı, Aydınlılarla Efe olacağız. Etle tırnak olacağız. Özümüzü yitirmeden türkülerimizi unutmadan gidilen yerlerde nasıl yaşanılır, nasıl aynı dağın yeli olunur onu göstermek için Şehir Okumaları diyoruz.

“Bir medeniyetin kodları kadim şehirlerinde gizlidir” diyerek yola çıkıyoruz. İyi niyetle çıktığımız bu yolda şehir sevdalılarının destek ve gayreti ile amaçlarımıza ulaşacağımıza inanıyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” ile İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum, Ankara’yı, Ahmet Turan Alkan “Altıncı Şehir” ile Sivas’ı, Özkan Yalçın “Yedinci Şehir” ile Amasya’yı kitaplaştırmıştır. Her şehir yazılacak ve söylenecek daha nice güzellikler olduğuna inanıyoruz. Şehirleri, insanımızı, insan hikayelerini ve içlerinde hayat olan hikayeleri okumaya ve anlatmaya, dinlemeye devam edeceğiz. Şehir Okumaları projesinin tüm ülkemize dalga dalga yayılması dileği ile.

Osman Özbaş: Bu röportaj vesilesiyle size çok teşekkür ederim.

YORUM YAP