Sevda ile ‘miskinlik’, Hak ile ‘gariplik’ nasıl bir araya gelebilir?
Arabesk filmlerde vardır: Dağ-bayır hoyrat gönülle dolaşan ama cesareti de su götürmeyen Anadolu delikanlısı bir kez âşık olmuştur.
Zengin kızla fakir oğlan’ın duyguları kesişir; ancak zalim düzen onların bir araya gelmesini engeller. Sonra bizim genç ve saf delikanlımız ‘Sen de mi Leyla!’ diyerek şarkıya girer.
Burada ‘aşk’ imgesi, biçarelerin haksızlık karşısındaki ‘kader’ vurgusu yaptıkları bir haykırışın adıdır. Verilmek istenen mesaj, hayatı değiştirmekten acz içinde olduğunu kabul ettirmektir.
Hani bazen ‘Leylâ oldu’ deriz ya, işte öyle!
Leylâ’dan geçme hali yalnız Arabeskte mi var?
Mesela tasavvuf edebiyatında da ‘aşk’ hayatın merkezindedir. Ama ‘Kahroluş’ ile ‘vuslat’ yani kavuşma anı arasında çok ince ve çok keskin bir fark var:
Tasavvuf, kâinatı kendinde saklayan insanın içsel varlığının, Allah’ın esma sıfatlarındaki tecellisindeki bütüne tamamlanma, bütün içinde yok olma ümidin halleridir. Cesaret ister ve imanî’dir. Bu da yetmez, hayatı algılanışta, geçici olan ile ‘suret perdesi’ arasındaki ciddi bir kavrayışı gerektirir; arayıştır…
İşte bize bilim burada lazımdır! Boş geçmemek ve öğrenmek gerekir; ancak bundan sonradır ki yaşamın dönüşen ve dönüştürücü kavrayışlarına yelken açılır. Aksi halde ‘bu kadar cahillik ancak eğitimle’ olur denir…
Yunus Emre’ nin dediği gibi:
‘’İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ nice okumaktır.’’
Peki insan suretinin arkasındaki perde nerededir?
Yunus Emre’ nin dizelerini okuyalım:
‘’Aşık olan miskin olur Hak yolına teslim olur
Her ne dirsen boyun tutar çâre yok gönül yıkmağa’’
Bunları yazdık ve lafı büyük şaire getirdik.
Yunus Emre denlince genellikle saf Anadolu delikanlılarının avareliği gibi yani işsiz güçsüz olanları aklınıza gelmesin;
Çünkü okumuş adamdır Yunus Emre, şiirlerinde Arapça ve Farsçayı, İslami ilimleri, İslam tarihini, kısacası devrinin bütün ilimlerini iyice bildiği sezilmektedir. Buna dayanarak, eğitimini devrin en önemli ve meşhur ilim ve kültür merkezi olan Konya’da yaptığı düşünülebilir…
Böyle olmasaydı çağdaşları Mevlânâ Celâleddin, Ahmet Fakıh, Geyikli Baba, Seydi Balum ile tanışıklıkları nereden olacaktı?…
Bunun dışında ne işle meşgul olduğu, nerede tahsil gördüğü, nerelerde bulunduğu, nasıl yaşadığı pek bilinmemektedir.
Ancak eserlerinden edinilen çıkarımlarla, doğum ölüm aşağı-yukarı tarihi şöyledir: 1240-1321…
Bu çağ, Selçukluların sonu ile Osman Gazi dönemine rastlamaktadır. İşte bu dönem bu toprakların insanına ümit aşılama, gönül yapma, yeni ve güçlü bir manevi duygu yoğurma zamanıydı.
Burada bir noktayı tespit edelim:
Anadolu insanının tasavvuf dünyasını şekillendiren ‘imge zenginliğinin’, halk dilindeki söyleniş usullerine yakın bir sanatla kullanılması, Yunus Emre sayesinde olmuştur; geleceğimize ilişkin en önemli inanç ve kavram zenginliğinin söylenişinde en halis, en güzel Türkçe’ yi kullanmıştır.
Öte yandan milli sesimizin ortaya çıkmasında tarihi bir yol göstericiliği vardır:
Yunus Emre ve Hak Erenlerin’in kavram ve inanç bağlılığı Horasan’a, Semerkant’a dek uzanan Türk-İslam medeniyetine, hem de Türkiye Cumhuriyeti’ nin kuruluşundaki manevi iklimi de etkileyen Aydınlanmacı ruhun temellerine karışmıştır.
Kısaca Yunus Emre gibi ‘gönül erleri’ olmasaydı ne Osmanlı Osmanlı olurdu, ne Anadolu Türk insanına yurt olurdu.
Bunları neden yazıyoruz?
Yunus Emre’ nin ‘okumuşluğu’ Anadolu insanının kabiliyeti ve zekâsına dayanan kültürel altyapısına tam denk gelen bir bilgeliği ifade eder…
Bu bilgelikte neler var;
a)İnsan sevgisi var; koyu sofuluk yok.
b)Güzel Türkçe var; yabancı dil hayranlığı yok. –Yalnız İngilizce değil, Arapça da dahildir buna!-
c) Hak adalet var, mala mülke sevda yok,
d)Biz var, tüm insanlık var, sen ben yok.
e)Çalışana, ‘düzgün işler yapana’ saygı var; ‘avanta’ yok.
d) Doğanın korunması, güzelleşmesi var, talan yok.
Bence Yunus Emre’ nin ‘miskinliği’, sevgi ile bilginin evrensel bir sorgulamasıdır; tam da bu nedenle iman ve kültür kodlarıyla has Anadolu insanıdır;
‘Yerli ve Milli’ dir…