Filistin!… Osmanlı dönemi boyunca Kudüs Sancağı olan bu yerler, Gazze, Şeria, Ramallah gibi bölgelerde bugün kan akıyor. 1948’den önce Mısır ve Ürdün tarafından işgal edilen topraklarda şimdi İsrail’in adı geçiyor.
Bu coğrafya, Filistin, Şam, Irak Hicaz, düne kadar bizim bir parçamızdı.
Ama Osmanlı el çekince bölge hiç huzur bulmadı.
Zaten son yüzyılda Araplar özellikle Türklerin Müslümanlığını, Batılılar da zaten Türklerin orada olmasını hiç istememişti.
Genel olarak bakıldığında sadece Orta Doğu değil, Afganistan’dan Endonezya’ya, Mısır’dan Sudan’a, Irak’tan Libya’ya,Filistin’den Şam’a, kısaca Asya ile Doğu dünyası diyebileceğimiz bölgede Müslümanlar kan-ateş çemberi içerisinde zulüm altında inim-inim inliyor.
Bu neden böyle?…
Bunun adı geçen yüzyılda ‘Emperalizm Oyunu’ olarak biliniyor.
Böyle bir oyun Hindistan’ da da sergilendi.
Hindistan’ ın özellikle kuzey kesiminde bir zamanlar Türk devletleri olduğunu biliyorsunuzdur sanırım: Delhi Türk Sultanlığı) (1206-1413); ya da Babür Sultanlığı. Babür Sultanlığı çok uzak bir zaman diliminde değil, 1526 yılında kuruldu ve 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başında imparatorluğun gücünün zirvesinde olduğu dönemde, Hindistan’ın büyük bölümüne hakim oldu. Düşünün, imparatorluk nüfusunun o tarihlerde 3,2 milyon kilometre karelik bir bölge üzerinde 110 milyon ila 150 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor.
Bu bölge, daha sonra İngiltere etkisi altına girdi. Emperyalizm bu bölgeyi sömürge durumuna getirirken oynadığı en önemli oyun ‘din’ üstündendi; tarikatlara böl, birbiriyle dövüştür politikası uygulandı. Bu arada bölgenin üretim kaynakları üstünde egemenlik kuruldu. Örneğin dokuma ustalarının elleri ve ayakları kesilerek tezgahların çalışması engellendi. Üretimi kendine çeken İngiltere’ de dokumacılık sanayi yükseldi.
İşte o dönem Hindistan’ında dokuma tezgahlarının yerini Orta Doğu’ da petrol aldı diye düşünün.
Bu uzun girişi neden yaptık?
Hindistan’ da din-üretim sömürgeliği üzerinden sergilenen oyunun bir benzeri, 1915 senesinden itibaren, İngilizlerin Hicaz’da kurfuğu Vahhabilik ekolüyle Osmanlı’ya karşı uygulandı!
x x x
Vahhabilik’ in ne olduğunu tartışabilmek için etnik yapı (Araplaştırma) ve mezhep farklılıkları (kaynağı Kerbela olayında olduğu gibi…) Müslümanlık anlayışındaki yerinin ne olduğunu bilmek gerek.
Bunun için Râgıb el-Isfahanî ‘nin (ölüm tarihi:1108) eserlerini iyi inceleyebilseydik, belki bugüne dair Müslüman yaşayışına dair çok daha iyi örnekler bulabilirdik; hatta daha önce Me’ mûn’ u (ölüm:833) bize anlatsalardı ne iyi olurdu!…
Oldu olacak devam edelim anlatmaya.
Felsefî düşünce önemlidir; sorgulatır… Müslüman dünyasında öneğin Abbasi Halifesi Me’mun devlet yönetiminde ‘Beytül Hikme’ adı verilen hikmet felsefe ocağını kazandıran kişidir. (Eski Yunan metinlerinin Arapça’ya çevrilmesinin öncülüğünü yapan da odur.)
Me’mun’un hayatını inceleyin. Hatta bakış açımızı biraz daha genişletelim, Mevâli’ yi okuyalım. Bu okumalar üzerinden ‘ibadette şirk, koğuculuk-söz taşıma, yağcılık, doğal dengeyi bozmak,’ gibi, ‘vahyi açıklamamak’ gibi, ya da genel anlamda ‘hile-i Şer’iyecilik’ diyebileceğimiz ‘şeriate uygun hile’ anlamına gelen yorumları tartışabiliriz…
Bugün halkı genel olarak Müslüman birçok ülkede bu tartışmalar maalesef yüksek bir felsefe üzerinden tartışılmadığı gibi aksine kısıtlanıyor, diyebiliriz.
Umarız din adamlarımız bu konular üzerinde bize daha geniş bilgi verir.
Bizim sormak istediğimiz şudur:
Dinde sosyal hayata değinen büyük günahlar arasında, devlet malı yemek kadar bedeli ağır olan ne var? O halde Devlet malı üzerinden harcamalar sıkı kontrol edilmesi gerekiyorsa; Müslüman bir ülkede demokrasi ve şeffaflığın Meclis sisteminde sorgulanması ve denetlenmesi adına özgür bir seçim olması gerekmez mi?
Müslüman bir devlet adamı herkesten önce inancına yakışan bir rejim olarak demokratik bir kültür’ün gelişmesine katkıda bulunması gerekmez mi?
Ardından dinin hukuk kurallarına getirdiği içtihada dayanan bilgilerini NEDEN toplumsal ihtiyaç ve modern örgütlenme modellerine iyi uyarlayamadığımızı soracağız….
Yanlışsa yanlış, deyin!..
Aslında bu konular bir asır önce de tartışılıyordu; örnek verelim; Cemalettin Efgani; aynı dönemlerde Mısır’da Muhammet Abduh, Kazan’da Musa Carullah, Hindistan’da Seyyit Ahmet Han, Muhammed İkbal gibi isimler vardı. Bu insanlar Batı emperyalizminin dünya çapında yayılışına karşı ortaya çıkan İslamcı düşünürlerdir.
Cumhuriyet’le birlikte isimleri öne çıkan örnekler ise: Ahmet Ali Aynı, İsmail Hakkı İzmirli, Şehbenderzade… sayılabilir.
Bu insanlar ta ikinci Meşrutiyet zamanında düzenin nasıl sağlanacağı konusunda arayış içindeydi;
-biliyor musunuz Meclis-i Mebusan’ın yarıya yakın gayri-Müslim’dir-;
Ne zaman ki 93 harbi denilen Osmanlı-Rus savaşı çıktı, (1877-1878) ardından Ulusçuluk akımları baş gösterdi; o zaman Meclis içinden kendi milletlerinin kurulmasına çalışan –ve bu amaçla Batı ile işbirlikçi insanlar- Osmanlı’ nın yıkılışına da zemin hazırlamış oldu!…
Herkes kendi alanındaki toprağında bağımsızlığına çalışırken emperyalizm geldi, Türkiye’ nin boğazına sarıldı…
‘Küçük Asya’ dedi; ‘Türkler Avrupa’dan atılmalı’, dedi; Yunan’ı üstümüze saldılar…
Yine İngilizler başroldeydi!
Fakat bugün Müslüman dünyasında oluk-oluk kan akıyorsa ve bunun bir sebebi elbette emperyalizmin böl-yönet mantığıysa; nasıl bu oyunlara aldanıyoruz; nasıl düşünemiyoruz!?
Bizim kendimize bakış açımızda da hiç mi sorun yok?
Bugün din temelli bir rejim yürüttüğünü söyleyen ülkelerde yaşananları görüyorsunuz, başlarında emirler-şeyhler- kukla adamlar!… Kendileri rahat koltuklarında sefa sürerken halk inim-inim inlemekte…
Buna karşı bu topraklarda biri emperyalizme ‘dur’ dedi.
Bağımsızlık, dedi; özgürlük dedi; bilim dedi; demokrasi dedi!… ‘Modern devlet’ saygınlığı üzerinden inşa ettiği bir Türkiye Cumhuriyeti’ ni kurdu!…
Adı Mustafa Kemal Atatürk.
Unutmayın, O, emperyalizme karşı direniş hareketini örgütleyemeseydi bugün biz de bir kan-gölünün içinde olabilirdik!…
Osman Özbaş