Toplumların renklerini, hislerini belli ettikleri, şartlar ne olursa olsun çekinmeden sergiledikleri bazı anlar vardır.
Sandığa gitmeye, anketler yapmaya falan gerek duymazsınız.
Mesela bayramlar vardır coşkularını yaşadıkları.
Mesleğiyle ilgili, ait hissettiği dinle, milliyetiyle ilgili bayramlar.
Seçimler vardır reyine başvurulduğu ve eğilimini gösterdiği.
Biz, hissiyatını her zaman muhafaza etmiş bir toplumuz.
Bu yüzden özellikle bu yönümüzü iyi kullanan operasyonel güçler, özellikle seçimlerin hemen öncesinde giriştikleri kampanyalarla bizim aklımızı bir tarafa bıraktırıp, hissiyatımıza yönelerek tahrik etmekte ve tepkilerimizi kullanma eğilimine girişmektedirler.
Her şeyi unutup, eğilimimizi, tercihimizi değil de tepkimizi koyar olduk neredeyse sandıklara.
Bizim bir de sevgimizi, vefamızı gösterdiğimiz cenaze törenlerimiz vardır.
Dönemi okuduğumuz cenazeler.
İki elimiz darda olsa, sevgimizi ifadede geç de kalmış olsak, koşarak gidip boyun büktüğümüz, her mevta da biraz da kendimizi gördüğümüz cenazeler.
Özürler, pişmanlıklar, helalleşmeler, bazen dışa bazen de içe akan gözyaşlarıyla dolu cenazeler.
Bu milletin böylesine vefasına tanık eden cenazelerden birisi İstiklal Şairi Akif’in cenazesidir. Mısır’a gittiği için devrin iktidarınca sakıncalı görülüp takip ettirilerek öz yurdunda parya durumuna getirilmek istense de bu millet onu cenazesinde yalnız bırakmamış, İstiklal Marşı eşliğinde, dualarla şehitliğe götürmüştür.
Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesinde de iktidar işi, devletin radyosundan oyun havaları çaldırmaya kadar götürmüş ancak cenazeye yüz bin kişinin gelmesini engelleyememişti. Üstelik halk o sıralar Türkçe okunan ezanın aslını okuyarak tepkisini göstermiş, tekbirler eşliğinde omuzlarına almıştır cenazeyi.
Yakın tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir cenaze de merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın cenazesiydi. O zamana kadar hiçbir Cumhurbaşkanı cenazesiyle kıyaslanamayacak kadar halkın teveccüh ettiği bir törendi o cenaze töreni de.
Şu satırların sahibi fakirin de katılmış olduğu bir başka cenaze töreni de 31 Mart 2009 tarihinde Ankara’da yapılan Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenazesiydi.
28 Şubat’ın estirdiği rüzgârların etkisi henüz durulmamış, devlet ve millet arasının açık olduğu o günlerde cenazeye devlet erkânının eksiksiz katılması önemliydi. Merhum, kendine has diliyle kendine oy veren vermeyen her siyasi duruşa kendini kabul ettirmiş bir duruşun insanıydı.
Canından aziz bildiği milleti de gerek Kocatepe’ye gerekse Ankara sokaklarına o gün hiç olmadığı kadar kalabalıklarıyla doluşmuşlar; getirdikleri tekbir, yaptıkları dualar ve döktükleri gözyaşlarıyla uğurlamışlardı bu millet sevdalısını.
Hayatlarında bir kez bile oyunu vermeyen niceleri ondan o gün, ne duasını ne de gözyaşını esirgemişlerdi.
Devlet erkânının, bürokrasinin, iktidarın, muhalefetin ve milletin bir nevi özür dilemesiydi o cenaze.
Herkesin yaptığı ile yapamadığı ile bir hesaplaşması, sağlığında karşısına çıkıp kuramadıkları cümleleri o gün, tabutuna el uzatmaya çalışırken gönlüne düşürmesiydi.
Bu milletin verdiği desteği, götürüp ne idüğü belirsiz mihraklarla paylaşmanın vebali karşısında o günkü özrün, fiiliyata dönüşmedikten sonra bir kıymeti olamazdı ve onu ihtiraslarının önünde en büyük engel görenler arasındaki kavga o günden sonra o kadar gemi azıya aldı ki, fren tutmadı bir daha.
Milletin iradesini savsaklayanlarla, istismar edenler arasındaki kavga artık gizli mahfillerden, ortalık yerlere düşecek, makamlar, özel konutlar, özel merkezler deşifre olacak ve nihayetinde bıçak kemiğe dayanacak ve 15 Temmuz’a gelinecekti.
O gün o cenazede bu millet 15 Temmuz’ daki iradesinin sinyalini vermiş, gizli mahfillerde yapılan planların bu milletin sinesinde karşılığının olamayacağını göstermişti.
O cenazeye katılan kalabalık ile 15 Temmuz gecesinin meydanlarındaki kalabalık aynı insanlardan oluşan kalabalıktı. 2009’da şehidinden özür dilemiş, 2016’da tavır ve tepkisini kararlılıkla ortaya koymuştu.
O güne dair hangi anımı unutabilirim ki?
Cenaze günü Kocatepe’ye saat 11.00 sıralarında varmıştık. Yurdun dört bir yanından gelip gözyaşlarıyla birbirlerine sarılan kalabalıkların uğultusuna camiden yükselen kıraat sesleri eşlik ediyor, o insicamın bozulmamasına özen gösterenler, usulca cami çevresinde bir yer bulup namaz vaktini beklemeye koyuluyorlardı.
Ezana iki saatten fazla olmasına rağmen yer bulmak neredeyse imkânsızdı. Avlu zaten dolmuş, insanlar yamaçlardaki topraklar üstüne, aşağılardaki cadde ve sokak aralarına yazgılarını sermeye başlamışlardı.
Elimizde seccade veya yazgı türü bir hazırlığımız olmadığından çevredeki esnafların oralara giderek bakınmıştım. Bir tuhafiyeci dükkânının önünde henüz açılmamış ve içlerinde dükkana indirilmeyi bekleyen sekiz-on koli gözüme çarpmıştı. Az sonra dükkânın önüne abdestini dışarıda yeni almış, yaşı benden bir beş altı yaş daha genç biri geldi. Dükkânın sahibiymiş ve hızla kolileri parçalarcasına açarak eliyle koli kartonlarını yazgı olacak şekle getirerek dağıtmaya başlamış, kolilerden çıkanları da dükkânın içine rastgele boşaltmaya başlamıştı. Kalabalık çok fazla olunca koli kartonları kısa sürede bitmiş, dükkân sahibi bu sefer içeriden henüz kullanılmamış olan paketleme amaçlı dükkânda olan beyaz ambalaj kâğıtlarının hepsini dükkân önüne çıkararak dağıtmaya başlamıştı.
Kâğıtlardan bir tanesini alıp kısa bir süre beklemiş ve artık içeride dağıtacak bir şeyi olmadığını anlayan esnaf kapısını çekip namaz için yer aramaya başlayınca yanına sokulup teşekkür ettim.
Bir süredir saklamaya uğraştığı gözyaşlarını o an bana sarılınca tutamamış, benim Muğla’dan geldiğimi öğrenince de yıllardır burada esnaflık yaptığını, merhum genel başkanı bu camide ve ekranlarda defalarca gördüğünü ama ona bir tane bile oyunun nasip olmadığını söyleyerek ağlıyordu. Şimdi günlerdir hiç kimseye etmediği kadar duayı onun için ettiğini, bizim ne kadar şanslı olduğumuzu, kendisinin ne kadar bahtsız olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Dükkânının yıllardır Kocatepe’de olmasından dolayı yığınla cenaze gördüğünü ama bunun başka bir şey olduğunu ifade ediyordu ısrarla.
O gün Ankara sokaklarında, Tacettin Dergâhı çevresinde buna benzer nice örneklerini görerek akşamı etmiştik.
O gün hava nasıldı? Soğuk muydu, güneş açmış mıydı, yoksa yağmur da yağmış mıydı inanın hiç hatırlamıyorum. Takvimler ayın kaçını gösteriyordu, kimlerle saf tutmuş, kimlere sarılmış, kimlerle ağlamıştım hiç önemi yoktu.
Bildiğim tek gerçek, o gün bir yanımızın artık hiç kapanmayacak şekilde boş kalması, hakkını hakkıyla bilmesek de bir Hak erini, bir gönül insanını sevgilisine uğurlamamızdı.
Bazı cenazeler vardır ki sadece okumak gerekir.
Erdal ÇİL
cerdal48@gmail.com