Önceki gün Türkiye’nin milli imkanlarla geliştirilen ilk havadan havaya füzeleri olan GÖKDOĞAN ve BOZDOĞAN’ın test faaliyetleri yapıldı, sonuç başarılı. Bu çalışmalar Kızılötesi Görüntüleyici –Aktif radar- Arayıcı başlıklı füzeler. Bu çalışmalar göğsümüzü kabartıyor ve Savunma Sanayiinde önemli hizmetler yapılıyor. Emeği geçenlere müteşekkiriz.
Bu füze çalışmaları 2013 yılında başladı. Aynı yıl askeri savunma sistemimize dahil etmek üzere yurtdışından füze alımı yapılacaktı. Çin şirketleri de FD-2000 roketleriyle ihaleye katıldı. Çin füzesi ses hızının 4.2 katına kadar çıkıyor. Ancak bu hıza ulaşacak vurma kapasitesi yalnızca ateşleme ile ilgili değil; saldırı tespitini yapacak radarın tarama alanı ve ‘düşman tanımı’ da çok önemli…
Bu işler bilim-teknoloji düzeyindeki rekabetle ilgili ama sanmayın ki füzelerin niteliği, ihtiyaca göre yetip-yetmeyeceği üzerine bilgi aktaracağız.
Sadece şunu vurgulayalım, o dönemde yurtdışından füze tedariğinde zorluklar yaşanınca Savunma Sanayii çalışmalarımızda yerli imkânlarla geliştirilmek üzere GÖKDOĞAN füzelerinin temeli atıldı.
Biz bu yazıda ithale dayalı füze sistemleri yerine yerli imkânlarla geliştirilecek savunma sanayii çalışmalarının ‘zihniyet’ meseleleri üzerine Çin örneğini tartışacağız. Hatta bir karşılaştırma yapmak için porselen konusunda Türklerin ve Çinlilerin rekabet içinde olduğu bir tarih incelemesi yapalım.
X X X
İznik çinileri dünyaca meşhurdur; Çin porselenleri de…
Porselen yapımı ve işçiliği hiç de basit bir konu değil; Türk motiflerinin desen ve ‘renk buluşları’ benzersiz olduğundan dünyaca ünlenmiştir.
Renk buluşlarından kasıt, mesela Türkuaz mavisi adı buradan gelir ya da mercan kırmızısı… Mercan Kırmızı deyip geçmeyin; İznik çinilerinde hamura rengini veren ‘Kırmızı’ tonun nasıl bir mayadan-çamurdan yapıldığını hâlâ bilemiyoruz. Bu sır henüz çözülemedi. Bu sanatın nasıl geliştiğinin ipucunu kayıtlarda bulamıyoruz.
Neden?… Bir kere mesleğin incelikleri zanaat aşamasında, iş’te öğrenilir; o dönemlerde de çıraklar Ustanın ağzına bakarmış; zamanla ustalar ölmüş, sanatkâr da yetişmemiş; hamurun mayasındaki bileşim bir arşiv geleneğiyle de desteklenmemiş ve böylece bir devrin zarafetinden mahrum kalmışız.
Gülbenkian ismini duydunuz mu?…
İstanbul-Üsküdar doğumlu olan eski bir porselen koleksiyoncusu Gülbenkian, 1940’lı yılarda, eski İznik çinilerinden biriktirdiği eserlerini Türkiye’ ye getirmek istemiş. İnönü’nün kapısını çalarak, eserleri için yer bulunabilirse koleksiyonunu bağışlama niyetinde olduğunu söylemiş…
Doğru veya yanlış, Başvekil veya Hükümet isteğe sıcak bakmamış, öneriyi geri çevirmiş. Unutmayın sanata merak duymayan bir ideoloji varsa, kendi tarihine ve estetik anlayışına meraklı olmayan toplumların geleceği de olmaz!…
Nitekim Osmanlı’ nın da tarihe ne kadar ilgi gösterildiği tartışmalıdır.
İşte biliyorsunuz Pergamon Sunağı’da, tapınağı da, taşları teker-teker sökülerek Berlin’e kaçırılmıştı. Şimdi o müzeye gelenler Anadolu kültürünün heybetli bir dönemdeki yüksek sanatı seyrediyorlar. (Söylenti olsa gerek, eski Bergama Belediye başkanlarından birine, Sunağı geri almak için yaptığı başvuruya, ‘tarihi eserleri geri verirsek inşaatlarda kullanırsınız, diye cevap verildiği söylenir… anlayana!)
Porselen işçiliklerinden söz ederken tarihe kaydık, Gülbenkian’ ın koleksiyonundan söz ediyorduk; işte bu adam koleksiyonu Türkiye’de kabul edecek bir makam bulamayınca Portekiz’in Lizbon şehrine gitmiş.
Şehri görenler, biraz da eski İstanbul siluetinin içine girmişlerse, oranın Anadolu Yakasına benzediğini söyler…
Büyük ihtimalle Üsküdar doğumlu Gülbenkian ‘ın içinde biraz da yurt özlemi derinleştiğinden koleksiyonunu ve mezarını buraya bırakmış.
İşte böyle koleksiyonerleri tutabilseydik, hatta zamanında Mimar Sinan, Sokollu gibi büyük Osmanlı Ustalarının kökenlerine-etnik yapılarına bakılmayıp iş verimliliğine göre adam seçebilseydik, büyük ihtimalle bugün bulunduğumuz yerden daha ileri bir düzeyde olacaktık.
Çünkü ‘beyinsel aktivite ve estetik anlayışımızın’ gelişmesini destekleyecek esas unsur, ustalık birikimlerine saygıdır!… Hatta bu iş biraz da arşiv tarama ve deneyime sahip çıkma kültürüdür.
Şimdi gelelim Çin Porselenlerine; mesela Çhing Te şehrine gidelim. Burada porselen sanatıyla uğraşanların bir hamur saklama geleneği vardır.
Buradaki sanatkârlar bir yandan dedesinin- dedesinden kalan çamuru işler; öte yandan torununun torununa çamur hazırlar. Asırlarca su içinde kalan ve belli aralıklarla karıştırılan toprak, zerrelerine kadar erir ve porselenci için ‘Lati Lokum’ olur… Zaman içinde damıtıla damıtıla fırınlandığında sakız gibi erir, cam gibi sertleşir.
Hamurun özelliğinden porselenin ait olduğu dönemi çıkarabilirsiniz:
Şang Yin; Suan Yuan, Wan Li; Tang; Sung; Ming…
Demek ki Porselen sanatı ile Devlet Yönetimi ve yerleşik kültür açısından çok önemli bir bağlantı var; çünkü porselen imalatı ile Hanedanlar arasında kent gelişimi ve saray inşası açısından estetik bir farklılık vardır;
Tıpkı bürokrasinin gelişimi ile devlet yönetiminde alınan kararların kayda geçirilmesinde kağıdın bulunması gibi!…
Biliyorsunuz Kâğıdın mucidi Çinlilerdir.
Kâğıt ile devlet yönetim sanatı arasında da bir ilişki vardır. Şehir sisteminin işleyişi, takvimin bilinmesi ve Hükümranlık emirlerinin kayıt altına alınması ihtiyacından dolayı kağıt bulunmuştur… Ayrıca birçok insan bu yolla fikirlerini kayda geçirebilmiştir.
Peki bu dönemlerde Devlet Yönetme Sanatı ve Kanunlar üzerinden fikirler ne durumdaydı? İşte Lao Tzu, mesela Konfüçyüs, ağırlığı insan ahlâkı üzerine olsa da daha pek çok düşünür, yönetim, bürokrasi üzerinden birçok karmaşık öğretileri bu dönemlerde ortaya koymuşlardır…
M.Ö 3 bin yıllarından gelen bir medeniyetten söz ediyoruz. Klasik Çin dönemlerinde, -yaklaşık M.Ö 1050’li yıllarda- Türk izlerini bile görebilirsiniz.
Mesela Covlar!..
Covlar dedik, devam edelim; Konfüçyüs işte bu dönemde gündeme gelmiş, fikirleri yaygınlaşmaya başlamıştır… Fikirler yaygınlaştıkça ve tartışma kültürü geliştikçe devlet yönetiminde birlik çabaları istikrar ve güvenlik ile genişledikçe, -biraz da silah sanayinin gelişmesiyle, kılıç yapımının daha da ustalaşmasıyla,- tüccarların seyahat güvenliği sağlanmış;
Şehirlerdeki işbölümü üzerinden malların kalitesi arttığından değerleri de yükselmiş; Ticari ürünlerin uzak yerlere taşınması kolaylaşmış; böylece tarihi İpek Yolu açılmıştır.
Çinlilerin uzay macerasının da bu dönemlerde başladığını söylersek şaşırtıcı olabilir!..
Wan Hu’ nun hikâyesini anlatalım. –bizde Hezarfen Ahmet Çelebi gibi bir kişidir-;
Efsaneye göre 16. Yüzyılda Ming hanedanında devlet görevlisi olan Wan Hu, yıldızlara ve gökyüzüne büyük ilgi duyuyordu. Bir gün yıldızlara ulaşmak için çılgınca bir plan yaptı. Bir sandalyenin altına havai fişekler bağlayacaktı. (Havai fişek, Çin buluşudur.) Oturduğu yerin altına bambu dalının içini boşaltarak barutla doldurdu; sandalyesi de hafif bir ağaç olan bambudan olacak ve havai fişeklerin fırlatmasıyla ‘uçacaktı!’ 47 tane havai fişek yakıldı. Roket ateşlendi, aniden büyük bir patlama oldu.
Duman dağıldığında ne sandalye ne de Wan Hu ‘yu bulamadılar. Onu bir daha kimse görmedi.
İşte Türkiye’ ye füze savunma sistemi satmak isteyen Çinlilerin teknolojik düşü belki bu hikâyeyle başlamıştır.
Füze konusunda bizim hikâyemiz belki çok eskilerde Hezarfen Ahmet Çelebi ile başlayacaktı. -Hezarfen adı ‘bin fenli (bilimli)’ çok şey bilen anlamındadır…-
Onun kanat takıp Galata Kulesi’nden atladığında Boğazı geçip 3350 metre ötedeki Üsküdar’a indiği rivayet edilir.
Hezarfen ile Wan Hu’ yu kesiştiren kader, bilime karşı meraktı.
Sonucu kestirmeden verelim, Türkiye bilimsel uygarlığın gelişiminde bilgiye ve bilgi kaynaklarına değer verdikçe nice Hezarfenler yetişecektir…
Belki de GÖKDOĞAN ve BOZDOĞAN füzeleri gibi Savunma Sanayiindeki çalışmaları yapanlar Türkiye’ nin Yeni Hezarfenleri olarak anılacaktır.
Osman Özbaş