Son günlerde yayınlanan bir kitap özellikle sağlık sektörünün emekçilerine adanan bir teşekkürü esas alıyor; ‘Biz Varsak Korkma’ Yazarı Erdal Çil.
Erdal Çil sağlık sektöründe otuz yılı aşkın idari birimlerde görev alan bir isim; Anadolu insanını kavrayan tecrübe ile birlikte gözlem gücü ve yazı ustalığı birleşince ‘Beyaz Hastaneler, Beyaz Önlüklüler’ vasıtasıyla bembeyaz hikâyelerle dolu bir kitap ortaya çıkmış.
Erdal Çil ile kitap röportajımızı Osman Özbaş yaptı.
‘Biz Varsak Korkma’ kitabınız yayınlandı; öncelikle şunu söyleyeyim, bu kitabı okumasaydım dağarcığımda eksik kalacağımı düşündürten insan hikâyelerini okudum. İlk sorum şu, ‘Gülen Gözler’ başlığında (S/135) olsun ya da özellikle ‘Yarına Bırakılan Hayatlar’ da (61) Nuray karakteri gibi, insanların içine sığındıkları kaçış psikolojisini keşfetmek nasıl bir duygudur? Bunu uzun yıllar sağlık sektöründe geçen idarecilik vasfınızın yanında edebiyatçı kimliğinizi dikkate alarak sormak isterim.
Kitap, dünyaya açılan bir pencere hatta pencerenin de ötesinde bir yaşam ünitesi aslında. Gerçekten de kitapların insanlar için önemini anlatırken buna benzer bütün tanımlamaların ne kadar yetersiz kaldıklarını görüyoruz. Yürüyemeyen, gezemeyen, bütün bunlara imkân bulamayan birçok insan elindeki kitapla engelleri aşıyor, değişik dünyalara uzanıyor, değişik insanlar, kültürler tanıyor. Benim de kitap ve edebiyata olan sevgimin ilkokul yıllarına kadar uzandığını biliyorum. Hatta bizim zamanımızda ilkokul diplomasını almadan önce kendi öğretmenimiz dışındaki üç öğretmenden oluşan bir komisyon bize diplomalarımızı verirken sorular yöneltirlerdi. En sık da sordukları, “ne olmak istiyorsun” sorusuydu. Hiç unutmuyorum da arkadaşların çoğunun doktor, avukat, mühendis, hemşire, öğretmen gibi cevaplar verdikleri o anda ben “Kitapçı” diyerek şaşırtmıştım oradakileri. Şaşkınlığını atan o hocalardan biri ‘neden’ diye sorduğunda da kitapları, onları okumayı, hatta seyretmeyi bile çok seviyorum demiştim. Birçok hayatlar tanımıştım kitaplar sayesinde ve göreve başladığım yıllarda da tanıyıp bir şekilde hayatıma giren insanlarla daha deruni, daha güçlü ilişkiler kurmamda o kazanımların çok ama çok faydası olduğunu söyleyebilirim.
Gülen Gözler’ deki Ercan gerçekten çok özel bir insandı ama toplumun bu denli içine düşüp bencilleştiği, burnunun ucunu bile göremez hale geldiği bir çevrede bunun ne önemi olabilirdi ki. O da geldiğinde bu yüzden olsa gerek bizden pek de öyle büyük bir beklentisi yoktu. Hatta eşi de başkalarının eşleri gibi eşine bir baskısının olmadığını, onu zorlamadığını ve sonucu ne olursa olsun kabullenecekleri intibaını o kadar bariz şekilde vermişlerdi ki birden o iş yoğunluğumuzdan sıyırdılar bizi ve bambaşka ufuklara yol açıp, rahatlattılar bizleri. Gerçekten gerek Ercan ve ailesi olsun gerekse Nuray Hanım olsun hayatta çok kısa sürede çok iyi pişmişler ve kendileriyle beraber insanları da bu aşamada çok iyi tanıma fırsatı bulduklarından sessiz, gösterişsiz durmakla birlikte benim için de keşfedilmeyi bekleyen saf birer som altın niteliğinde değerliydiler.
Günümüzde de her alanda idareciliği değerlendirirken zaten iyi yöneticinin, iyi kadroyla çalışandan ziyade iyi kadroyu kendi gayretiyle kurabilen, kadrosunu iyi tanıyan, kadrosunun kapasitesi ile yapmak istedikleri arasında en iyi diyaloğu oluşturabilen insan olduğunu düşünüyorum.
Kitabınızda hekimlerimizin gerek kamu gerekse hastayla tedavi süreçlerindeki samimi gayretlerine örnek olayları görüyoruz. Bir satırda ‘Yaratılmışların en şereflisi insandı ve tıp eğitimi de insanın beden ve ruh sağlığını yaşatmak için alınıyordu (S/133) diye yazmışsınız. Sizce hekimlik mesleğini diğer mesleklerden ayıran en güçlü duygu bu olabilir mi sizce; bu konuda neler söylersiniz?
Tespitinize kesinlikle katılıyorum. Osman Bey düşünebiliyor musunuz bir meslek ki, insanın dünyaya gelişiyle ilgili, onun dünyadan kopmamasıyla ilgili, yine onun yaşadığı sürece iyi ve kaliteli yaşamasıyla ilgili ve yine onun her şeye rağmen hayatta kalmasıyla ilgili. Tabiri caizse her bir yanı insan olan tek meslek! Bundan dolayı bu mesleğin içinden gelip ayrıca şiir, edebiyat, müzik, resim gibi başka bir sanatla da ilgilenenleri de ayrıca çok takdir ediyor ve sayılarının artmasını da çok önemsiyorum.
Diş tedavisini sanat eserine dönüştüren uygulamalar yanında (S745) Demirci Çırağı (S/53) gibi sayfalarda hekimlerimizin yaşatma gayretlerinin örneklerini görüyoruz; tıpkı pandemi döneminde canla-başla çalışan sağlık neferlerimizin varlıklarıyla hayata tutunduğumuz örnekleri gibi. Zaten kitabın 168’inci sayfasında şöyle bir söz var: ‘Sağlığınıza değer veriyorsanız, sağlıkçıyı sevmek zorundasınız’. Kitabınız bir açıdan bu insanlara bir vefa duygusuyla kaleme alınmış. Ama gündem de bazen hekimlerimize karşı şiddet olayları yer alıyor. Bu olaylar onların motivasyonlarını nasıl etkiliyor sizce?
Diş hekimleri de tabii ki bu anlamda övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Bütün gün ayakta ve dar bir alanda yapabileceklerinin en iyisini yapabilme uğraşındalar. Küçücük bir dişten ne olur dememek lazım. İnsanın neresi ağrısa, canı orada oluyor. Hele bazı girişimsel işlemleri var ki ne kadar emek verdiklerine bizzat şahit olsanız da anlatamazsınız. Örneğin o hikâyedeki kanal tedavisi gibi. Düşünsenize o kadar emek veriyor, altı yedi defa o koltuğa oturuyor ve saatlerce küçücük bir dişin kanalında emek veren bir insan tepenizde ve saatlerini sizin ağzınızda çalışarak geçiriyor. Siz kendi vücudunuzda hayatınız boyunca o kadar küçük bir alana o kadar çok emek ne zaman verdiniz ki? Üstelik bu kadar emek ille de başarıyla sonuçlanacak diye kesin bir şey de yok. O an kurtuldu dediğiniz dişinizin kanalı bir yıl bile geçmeden tekrar kurtulamaz hale gelir. Çok insan da maalesef bu süreci bilmedikleri için kolaylıkla tedaviyi yapanı suçlama yoluna gider.
Yetişmeleri bu kadar zahmet isteyen, emek isteyen bir mesleğin sahipleri pek tabidir ki bu kadar yıpratılmaktan, bu kadar suçlanmaktan fazlasıyla olumsuz etkileniyorlar. Etkilenmemeleri mümkün mü? Düşünün ufacık bir çocuğunuz, hayatı yeni tanıyan, yeni yetişmeye başlayan ufacık bir canlı bile suçlanmayı hak etmez ve şayet de suçlanarak büyürse de o psikolojiyi ömrü boyunca üzerinden atamazken onca eğitim, onca emeği sonrası suçlanmak da doğal olarak bu insanları fazlasıyla üzüp yıpratmakta.
Şiddetin hemen bir öncesinde iletişimin büyük payı olduğunu düşünürüm. Bir de yaratıcının insanlara verdiği ve diğer canlılardan onu ayıran en önemli unsurun empati olduğunu düşünürüm. İletişimin en önemli ayağı bence bu duygudaşlığı sağlayabilmemizdir. Bunu sağlayabildiğimiz sürece ben şiddetin bu denli gündeme geleceğine ihtimal vermiyorum. Tabii ki duygudaşlık ve iletişim için en önemli şartın da sevmek olduğunun altını çizelim.
‘Şoför Hakkı’ (S124) bölümünde başhekimin babasını MR çekimi için hastaneye gittikleri ve dönüş yaptıkları bir restoranda, mola yerinde, bir gazetecinin olayı yanlış aksettirerek sansasyona neden olabilecek bir haber hazırlığı var. Gerçi öyküde bu haberin basına verilmediği anlaşılıyor. Şunu sormak isterim, sağlık kuruluşlarını ve hekimleri eleştirirken gerçek olan ile asparagas haberlerin hekimler üzerine baskı oluşturması sektörü nasıl etkiliyor? -Bunu mobbing ile de birlikte düşünebiliriz.
Gazeteci de bir insan. Sürekli haber peşinde koşan, gördüğü her olayı haberlik çerçevede değerlendiren bir meslek erbabının da yemek yediği lokantada böyle bir haberi kaçırmaması da gerekirdi ama orada olayın sahiplerinden onu öğrenmek yerine kolaycılığı seçmesi, izinsiz fotoğraf alıp habere hazırlanması kabul edebileceğimiz ölçüde değil. Gazeteci arkadaşın üzerinde belki de o an kamuoyunda oluşturulan sağlık çalışanlarına dair olumsuz intibalar var ve yine böyle bir haberin de sektörde iyi iş yapacağını düşünmüş olabilir ama az önce dediğim gibi arkadaş öncelikle bu algılardan etkilenmeden sağlıkçıya karşı sevgiyle yaklaşabilse, onları anlayabilme adına gidip selam vererek olayı sorgulasa belki de çok daha önemli bir sevginin, bir dostluğun yeşermesine vesile olabilecekti. Haber niteliği olmayacaktı, haberi kaçıracaktı ama insanları da incitmeyerek büyük bir kadirşinaslık göstermiş olacaktı.
Değerlerin bu kadar çürümesinde elbette bütün suçu da sağlıkçılara atamayacağımız gibi basının üzerine de atamayız. Her meslekte, toplumun her kesiminde var bu çürümüşlük. Öğretmen, öğretmekten çok öğreticilikten daha iyi kazanç elde etmeyi, hekim iyileştirip kurtarmaktan ziyade süreci nasıl en hasarsız ve daha kazançlı nasıl çıkarımı düşünürken elbette bu soruna çözüm bulmaktan ziyade havanda su dövmüş oluruz. Her meslek grubu öncelikle bu çürümüşlüğün sorumluluğunu kendinde arayacak ki erdemli olabilsin. Köklü meslek örgütlerinin tavırlarında bile bu mesleki taassubu, kayırmacılığı hepimiz görüyoruz. İnsanı unutuyor sadece meslektaş diye, üyemiz diye objektifliği bırakıp, gerginliğin, kutuplaşmanın ateşine körük tutuyoruz adeta.
Sizin onca yıl geçen idarecilik tecrübenizde hekimlerimizin insan hayatında ‘kader’ ve ‘ölüm’ meselesine bakışını en iyi gözleyenlerden biri olduğunuzu düşünüyorum. Mesela ‘Sen Okuma Bilir misin?’ (S/101) öyküsünde babası ve ailesi için dua okutan doktorumuzu gördük. Ayrıca bir insanın hayatına dokunabilmek, birilerinin dualarında yer alabilmek, hafızlarda iyi bir şekilde yer tutmak çok önemli; hele ‘Seni Seviyorum’ (S/113) başlığındaki hekimi… Şunu sormak istiyorum özellikle hekimlik mesleğinde iç huzura sahip olmak çok önemli bir husus; siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Teşekkür ediyorum öncelikle. Kurumlar, meslek örgütleri, üyelerinin davranışlarını hep standarta bağlayarak onları değerlendirme yoluna giderken karşı tarafta da hizmet alan insanlardan da aynı tip davranışlarda bulunmalarını beklemeye başlamıştır. Hasta içeride beş dakika kalacak, şu mesafede duracak, şu cümleleri kesinlikle kullanmayacak falan. Hekimin, sağlık çalışanının yaklaşımları da standarta bağlanmış çünkü ve o standarta uyum sağlamayan, örneğin hastalarına daha uzun zaman ayıran, anlamak için, doğru teşhis için biraz fazla oyalanan biri sistem için hoş karşılanmamakta. Burada hizmet alan kesim daha geniş ve eğitimi daha güç ve risk altındaki kişi de kendisi ve yakını olduğu için büyük sorumluluk doğal olarak hizmet veren sağlık çalışanına düşmektedir. ‘Sen Okuma Bilir misin’ adlı hikâyedeki kalp damar cerrahı hoca alanında kendini çok iyi yetiştirmiş biri ve çevresinde de işkolik olarak bilinen biri. Genelde hasta yaklaşımları da oldukça standart ve mekanik gibi görünse de Derviş’in dış görünüşü, konuşurken takındığı yumuşak ve ağır tavır, onun içinde biriktirdiği yoğunluktan bir anda kopmasına sebep olduğu gibi iç âleminde de hep huzur bulduğu bir yerlere götürmüş ve bunun sonucu da Derviş’e maddi manevi olarak olumlu yansımıştır. Sağlık sektöründe çalışmanın bu anlamda, insana dokunma anlamında çok büyük imkânlar sağladığını unutmamak gerek. O yüzden bazen yılgınlık gösteren personelimize de sık sık ne kadar şanslı olduklarını söyler, fırsatın ayaklarına geldiğini hatırlatırdım. Nitekim hasta olan hastası olan pek çok kişinin de o sıkıntılı ortamdan kurtulduktan sonra uzun yıllar siz unutsanız bile o anlarda yaşadıklarını saniyesine kadar unutmadıklarını ve özellikle de iyilik gördükleri insanlara ne kadar duacı oldukları da birçok tecrübelerle sabittir. Kitabın ilk öyküsü, ‘Beyaz Anılar Köyü’ de böyle bir kadirşinaslığın sıcaklığını ve geçen yılların o sıcaklığı nasıl muhafaza ettiğini anlatmakta.
Kitabınızda halkımızı anlatırken içlerinde bir yücelik, enginlik saklayan yürekleri satırlarınıza taşıyor, beyaz önlüklü-vicdanlı insanların duygularını da samimi bir üslupla anlatıyorsunuz. Nitekim son sayfalarda, Bolu Dağlarında karşılaşılan bir yaşlı adamdan ‘Beyaz’ bir hikâye beklerken Soma maden kazasına gidiyor aklı… Göçük altından çıkarılan işçinin kömür karası gerekçesiyle ’Çizmelerimi çıkarayım da sedyedeki beyaz örtü kirlenmesin’ deyişini aktarıyorsunuz; halkımızın ‘Beyaz-Siyah’ farkını bu kadar net ifade edebilmesindeki ferasete vurgu yapıyorsunuz. Bu anlatım tarzı zaman zaman halk edebiyatındaki meselleri çağrıştırdı bana; bu konuyu biraz daha açar mısınız?
Sizi de tebrik ediyorum Osman Bey. Müthiş dikkatli ve müthiş çıkarımlar yapıyorsunuz. Başka toplumları bilemem ama bizim toplumda insanın ince olmaması, zarif olmaması için hiç bir neden yok. İnanın ülkenin birçok yerinde o kadar çok insanla tanıştım ki, onlarla biraz konuşup tanıştığınızda sizi resmen yüreklerine aldıklarını görüyorsunuz. Duyguları çok güçlü bir toplumuz ve inanın bunun öyle çok da okumakla falan da ilgisi yok. Dağ başında rastladığınız bir adamda, şehrin varoşunda giriverdiğiniz bir kahvehanede, cami avlusunda ezan okunmasını bekleyen yaşlılarla biraz sohbete girdiğinizde ya da alışverişiniz esnasında karşılaştığınız bir esnafın sözlerinde her an bu ferasetin huzmeleriyle karşılaşabilirsiniz. Kaliteli bir şekilde gezmek, yeni insanlar, yeni çevreler tanımak insana nasıl iyi geliyor mutlaka siz de denemiş görmüşsünüzdür. Ataların tebdili mekân dedikleri de tam da burasıdır. Âcizane biz de satırlarımıza bu karakterleri, bu mekânları katarak okuyucumuza bir tebdili mekân ferahlığı yaşatmayı arzuladık. Umarım başarmışızdır.
İnsan hikâyeleri gerçekten çok önemli; siz başka meslekler için de bu hatıraların kitaplaşmasını teşvik ediyorsunuz bu konuda düşünceleriniz almak isterim.
Biz muhabbet etmeyi, konuşmayı seven bir toplumduk ama son zamanlarda biraz da yaşadıklarımızdan dolayı, sosyal alandaki geçirdiğimiz yapısal değişikliklerden dolayı muhabbetten uzaklaştık. Böyle olunca da muhabbetin bıraktığı boşluğu ancak kitabın doldurabileceğini düşünüyorum. İnsanların günlük işleri ne kadar yoğun olursa olsun, yazmalarını, yaşadıklarını değerlendirmelerini, unutmamalarını ve birikimlerini geleceğe de taşımalarını önemsemişimdir. Ayrıca bizim çok okuyan, okumayı seven bir toplum özelliğimiz yok. Onun için de, “yok biz okumuyoruz da, okumayı sevmiyoruz da” deyip de aşırıya kaçan yorumlarla toplumumuzu hakir gören değerlendirmeleri de doğru bulmuyorum. Her toplum bilgiyi farklı şekillerde öğrenir. Kimisi yazarak, kimisi okuyarak, kimisi gözle takip ederek gibi. Biz de daha çok dinleyerek öğreniyoruz. Bu yüzden güzel konuşmanın, konuşma dilini güzel konuşan insanların ikna edicilik oranları yüksek oluyor. Çok ağdalı dil kullanmayan anlatımların da toplumumuzdaki okuma alışkanlığını kazandırma ihtimalini yüksek görüyorum. Bunun için de dediğiniz gibi bizzat toplumun içinden çıkacak seslerle yazılacak kitapların artmasının bu amaca uygun olacağını, sanki yazarını dinler gibi, onunla konuşuyormuş gibi bir dille yazılan kitapların insanımız üzerinde daha etkili olacakları kanaatindeyim.
Yeni kitap çalışmalarınız olacak mı?
Zaten elimde bir hayli toparlanmayı bekleyen çalışmalarım vardı ve iyi bir yayıneviyle de çalışınca benim için önemli bir motivasyon olduğunu söylemem lazım. Bu destek sürdüğü sürece buradan sizin vasıtanızla arkasının çok yakın zamanda geleceğini de paylaşmak isterim. Yazmayı seviyorum ve yaklaşık da kırk yıla yakın da çeşitli yayın kuruluşlarında yayınlanmış deneme tarzı yazılarım vardı. İnşallah okuyucu da yazdıklarımızı sever ve biz de marifet iltifata tabidir der yazmaya devam eder, okuma sevgisinin gelişmesine bir nebze de olsa katkı sağlarız.
Röportaj için çok teşekkür ederim Erdal bey, sağolun.
Kitap: Biz Varsak Korkma
Yazar: Erdal Çil
Yayın Tarihi: | 21.11.2022 |
ISBN: | 9786258319231 |
Dil: | TÜRKÇE |
Sayfa Sayısı: | 176 |
Cilt Tipi: | Karton Kapak |
Kağıt Cinsi: | Kitap Kağıdı |
Boyut: | 13.5 x 21 cm |